“Yürüyenin önünde durulmaz.”[1]
“İnsan elleriyle değil, beyniyle resim çizer,” diyen Michelangelo Buonarroti eklerdi etkileyici mütevazılığıyla: “Hâlâ öğreniyorum.”
Ardında da, “Herkes gibi yaşamak ve düşünmek istemiyorum. Fabrikasyon bir yaşamın dayatılması rahatsız ediyor. Kendim olmalıyım. Şartlanmış beyinlerin ürettiği kavram, fikir ve davranışlardan arınmalıyım,” notunu düşerdi.
Ressam yaratıcılığı bu olsa gerek; “Silahı fırçasıydı,”[2] dedirten İtalyan Barok ressamı Artemisia Gentileschi gibi…
Ya da “Görmeyi öğrenin. Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu fark edeceksiniz,” vurgusuyla Leonardo da Vinci’nin eklediği üzere:
“Resim bir akıl işidir.”
“Resim, hissedilmeyen ama görülen bir şiirdir ve şiir ise hissedilen ama görülmeyen bir resimdir.”
“En ileri karmaşıklık, sadeliktir.”
“Belirsizliği, tutarsızlığı çelişkiyi, kararsızlığı kucaklamaya istekli ol.”
“Deneme kesinliğin anasıdır, bilgi kesinliktir.”
“Bilimle sanat, mantıkla hayal gücü arasında denge geliştir.”
Leonardo da Vinci’nin ölmeden önceki son sözleri, “Çalışmalarım olması gereken başarıya ulaşmadığı için Tanrıyı ve insanları gücendirdim” idi.[3]
Mütevazı bir dile sığdırılan müthiş bir tutkunun ısrarlı yaratma cesareti…
Rollo May, ‘Yaratma Cesareti’ başlıklı yapıtında, “Sanatçı ya da şairin görüşü, özneyle (kişi) nesnel kutup (olmayı -bekleyen- dünya) arasındaki belirleyici ara noktadır,” derken tam da bunu, yani ara noktayı bir mücadele, yeniden inşa, yaratım alanı olarak tanımlar.[4]
Marquis de Sade’ın hayatının anlatıldığı, ‘Düşlerin Efendisi’ filminde, yazar olmanın önkoşulu olan yazma eylemine sabırla bağlılık sinema diliyle özetlenirken; o, yaşamaya mahkûm edildiği hapishanede, elinden kalemi alındıktan sonra, çarşafa kanı ve dışkısıyla, çarşaf elinden alındıktan sonra giysilerine, son olarak da bedenine tasarımlarını aktarır. Çılgınca yazma isteğinin, insanı hayrete düşürecek yoğunluktaki emeğin ardında kuşkusuz var olma çabası ve kendini adlandırmaya yönelik sınırsız bir ısrar bulunmaktadır.
Bir ressam da benzer bir süreç yaşadıktan sonra ortaya çıkar yapıtı.[5]
* * * * *
Benzer özellikler Rembrandt’da da söz konusudur.
Örneğin Rembrandt’in, Aziz Pavlus Olarak Otoportresi, 1661 yılında, sanatçının hayatında her şeyin ters gittiği ama tam olarak ne yapacağını bilmediği bir dönemde bir köşeye çekilip en yakından bildiği konuyu incelemeye karar vererek ortaya çıkmıştır; kendi yüzü…
Otoportreler, sanatçının kendisiyle baş başa kalarak ve kendi gerçekliğini yansıtmak için aynayı kullanarak yaptığı resimlerdir. Bu yüzden otoportre, tarihsel süreçte sadece görünenin yansıtılmasından öte sanatçının kendi varlığını sorguladığı bir resim türü olmuştur…
Söz konusu portrede de, resmin genelinde hâkim olan gölge, uzun ve yorucu bir hayatın özeti niteliğindedir. Sanatçı, bu portreyi yaptığı sırada eşini ve çocuklarını kaybetmiş, yaşadığı ülke olan Hollanda’da itibarını yitirmeye başlamıştı ve ekonomik sıkıntılarla yüzleşmekteydi. Rembrandt, bu karamsar ruh halini Barok resminin belirleyicisi olan keskin ışık-gölge etkisi ile yansıtmıştır…
Sanatçı, yaşadığı buhranlar sonrasında dini konulu resimler yapmaya başlar ve kendini bu otoportrede; Hıristiyanlık tarihinde, karşılaştığı pek çok zorluk ve acıya rağmen yazdığı mektuplarla, yaptığı gezilerle Hıristiyanlığın dünyaya yayılmasında etkin rol oynayan asker Aziz Pavlus gibi resmeder…
Aziz Pavlus’la özdeşleşerek, kendini “karanlıktan kurtulmuş bir günahkâr” olarak betimleyen Rembrandt’ın yüz ifadesine baktığımızda; Romalı bir asker ve kahraman olan Aziz Pavlus’dan umduğumuz gibi sert ve kendinden emin değildir; Kendini alçak gönüllü, sıradan biri olarak yansıtmaya çalışmıştır.[6]
Sonra tedirginlik, heyecan, kısıtlanmıştık, ilüzyon ve hareket ile betimlenmesi mümkün olan Fransız izlenimci Edgar Degas…
“Desen biçim değildir, biçimi görme yoludur.”
“Resim yaparken, yanlışların aracılığıyla doğruları göstermelisiniz.”
“Resim yapmayı bilmiyorsanız, resim yapmak sizin için çok kolaydır. Biliyorsanız çok zor.”
“Bilinmediği zaman resim pek güç bir şey değildir. Ama bilinince… o zaman çok zor bir şeydir!”
“Sanat sizin gördüğünüz değil, başkalarının görmesini sağladığınız şeydir,” diyen O, diğer izlenimcilerden çok farklıydı, kendisi açık havada resim yapmayı reddedip, çoğunlukla sahne sanatlarını, özellikle de baleyi resimlerine konu etmiştir. Bugün izlenimci üslupta gördüğünüz balerin resminin çoğu Degas’ya aittir.
Sanatında bale temasını çalışmalarının merkezine oturtan Degas, opera ve balelere giderek sahnede sergilenen pozları inceler, çalışır, eskizler çıkarır, ardından yaptığı bu incelemeleri daha sonra anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde bir araya getirirdi.[7]
Ve “Giderek daha fazla ikna oldum, sadece komünizm yoluyla insan olabiliriz,” vurgusuyla “Kendi gerçeğimin resmini yapıyorum,”[8] diyen Frida Kahlo…
Asıl adıyla Magdalena Carmen Frida Kahlo y Calderon, 6 Temmuz 1907’de Coyoacan’da dünyaya gelir. Gerçek doğum tarihi buysa da O, 7 Temmuz 1910’da doğduğunu söylemeyi tercih eder. Çünkü, “Ben, devrimin ta kendisiyim” diyeceği Meksika Devrimi o yıl gerçekleşir.
Frida Kahlo… 47 yıllık ömrüne bir efsane sığdırmayı başarmış, sadece önemli bir ressam değil, yurduna ve dünyaya kayıtsız kalmamış, komünist, devrimci, ülkesi Meksika’ya aşık bir “büyülü gerçekçi” idi.
* * * * *
Nihayet bizim Balaban, Abidin Dino, Komet…
Nâzım Hikmet ustanın rektörü olduğu Bursa Cezaevi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden mezun öğrencisiydi naif yapıtlarıyla Balaban…
Yine Nâzım Hikmet’in, “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?/ İşin kolayına kaçmadan ama,” sorusunu elleriyle yanıtlayan Abidin Dino…
Savaş yıllarında, yürürlükteki Örfi İdare (Sıkıyönetim) muhalif siyasetçi, gazeteci, yazar, şair ve sanatçıları İstanbul’dan uzaklaştırırken; birçok aydın gibi Abidin Dino da “ikamete memur” tayin edildi. Sürgüne, iç sürgüne gönderildiler. Abidin’i Çorum’un Mecitözü kasabasına yolladılar. Abidin Meciözü’nde Alevîlerle tanıştı, onlarla candaşlık ve yol arkadaşlığı yaptı. Abidin Alevîleri çok sevdi. Bu sevgiyi bütün hayatı boyunca sürdürdü.[9]
Bu içtenliğiyle varoluşunu elleriyle, düşünerek, çizerek, yazarak, boyayarak gerçekleştiren sıra dışı bir sanatçıydı O…
Ömrünü, kendisine verilmiş bir yaratıcılık zamanı olarak algılayıp yaratma cesaretini bitmek bilmez bir heyecanla, enerjiyle sanata dönüştürerek yaşadı.
Her şey elleriyle başladı. Dokunarak çeşitlendirdi duygularını, algılarını, yaşamını ve ellerinin yaratma bilinciyle, önce “eller” çizdi. Avcundaki kader çizgisi işaret parmağının ucuna doğru inerek; üç parmağıyla tuttuğu kaleminin, fırçasının ucundan el imgelerine büründü…
Virginia Woolf’un, ‘Dalgalar’ romanında; “Hem de ellerime tapma duygusu ile kendimi dolu hissediyorum, gizemli mavi damarlarla örülü o kemik yelpazeye, şaşılası becerilerine, her şeyi yapabilir görünmelerine, yavaşça yumulmalarına ya da tek yumrukta bir şeyi ezmeye hazır olmalarına” diyerek sözcüklerle çizdiği el resmi çok etkiler onu.[10]
Sonra da Çorumlu hemşehrim, Paris sürgünlüğümdeki dostum Komet (Gürkan Coşkun)…
* * * * *
Onların tümü resim nedenini, ressamın nasıllığını anlatır…
Paul Gauguin’in, “Bir tablonun yapımı nerede başlar nerede biter? İnsanın içinde aşırı duygular kaynaşmaya başlayınca, bu duygular patlayınca ve bütün düşünce yanardağdan çıkan lavlar gibi çıkıp taşınca birdenbire yaratılan yapıtın çok keskin bile olsa büyük ve insanüstü bir patlayışı değil midir bu?” sorusuyla müsemma resim önce hayal edilir, sonra da çizilir, yaratılır. (Ardından -bir gün mutlaka- resimdeki hayal gerçek olur…)
“Resim sizi, içine, yaratmış olduğu resimden başka hiçbir yere ait olmayan bir başka mekâna doğru çeker. İşte o mekânda, resmi yeniden görür, ve eğer elinizden geliyorsa okumaya, daha doğrusu Beckett’çi bir benzetmeyle, hecelemeye başlarsınız.”[11]
“Resim yaparken insan hep biraz âşıktır aslında. Bana hep insan resme içindeki âşık bir yanı döküyor gibi gelir.”[12]
“Resim çizerken yalnızlık duymazsınız.”[13]
“Resim ya da yazı, bütün bunlar aslında kendimizi keşfetmemiz için bulduğumuz aparatlardır.”[14]
“Edebiyat bir resim gibidir ya da hem resim hem de aynadır. Tutkulu duyguların ifade edilmesidir, öyle ince bir resimdir; eğitici, düzenleyici, belge hâline dönüşen bir şeydir.”[15]
Bu özellikleriyle resim…
Paul Cezanne’ın, “Doğayı resmetmek objeleri kopyalamak değildir; birisinin sezgilerini gerçekleştirmektir.”
Vincent Van Gogh’un, “Rüyamda resim görüyorum ve daha sonra rüyamı resmediyorum.”
Paul Klee’nin, “Bir göz görür, diğeri sezer… Sanat görüneni yansıtmaz; görünür kılar.”
Robert Delaunay’ın, “Doğa, resim biliminin kökenini oluşturur.”
Leonardo da Vinci’nin, “Resim dilsiz bir şairdir. Resim öğrenmek, şekillerin söylediği türküyü yakalamayı öğrenmektir.”
Joan Miró’nun, “Kelimelerin şiirleri, notaların müziği şekillendirmesi gibi ben de renklerle resmi şekillendiriyorum,” diye tarif ettikleri şeydir.
Malum her resim bütün bir ömrü saklarken; bir resim bazen binlerce kelimeye bedeldir.
Ve nihayet resim hikâyenin renklerle taçlandırılmasıdır. Hikâyesi olmayan bir resim yoktur; olamaz da; Mark Rothko’un, “Hiçbir şey hakkında yapılmış iyi bir resim yoktur,” uyarısındaki üzere…
Kolay mı? Francisco Goya’nın ifadesiyle, “The act of painting is about one heart telling another heart where he found salvation./ Resim yapmak, bir yüreğe kurtuluşu nerede bulduğunu başka bir yüreğe söylemesidir.”
* * * * *
Diyeceklerimi toparlarsam bir sanat dalı olarak resmin işlevi başkaldıran yaratıcı yıkımındadır.
Başkaldıran resim, başkalarının görmesini sağladığınız şeydir. Albert Camus’nün, “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı… Sanat, hem coşma, hem yadsıma işidir,” sözleriyle altını çizdiği gibi.
Resmin insan(lık)a söyleyecek bir şeyi olmalıdır; aksi takdirde “yok hükmü”ndedir.
Malum Elbert Hubbard’ın, “Sanat; bir şey değildir, bir yoldur.”
Paul Gauguin’in, “Sanat, ya taklittir ya da devrim.”
Friedrich Nietzsche’nin, “Gerçekler yüzünden ölmemek için sanata sahibiz.”
Chuck Klosterman’ın, “Sanat ve aşk aynı şeydir: kendinizi olmadığınız hâllerde görme süreci,” notunu düştükleri sanat, rahatsız olanı rahatlatıp, rahatı yerinde olanı rahatsız etmekle anlamlıdır.
Bir şey daha: “Sanat ancak sanat olduğu sürece siyasaldır. Ve yalnızca duyulur dokuları ve alımlanma tarzlarıyla, tüketim nesnelerinin statüsünden radikal biçimde farklılaşan nesneler ürettikçe sanatsaldır.”[16]
Özetle sanat eseri estetik ve anlamlı olmakla mükelleftir; sanatçının görevi de soru sorup, yanıtı ara(t)maktır. Yani bir sanatçı, başkalarını memnun etmeye çalışmayı bıraktığı zaman, itirazıyla yaratıcılığını keşfeder. Robert Schumann’ın, “İnsanın kalbinin karanlığına ışık tutmak – işte sanatçının görevi budur,” deyişindeki üzere…
25 Ocak 2022 16:12: 54, İstanbul.
N O T L A R
[*] Görüş, Şubat 2022…
[1] Nâzım Hikmet.
[2] Mustafa K. Erdemol, “Gentileschi: Silahı Fırçasıydı”, Cumhuriyet Pazar, 7 Mart 2021, s.6.
[3] Eren Aysan, “Leonardo…”, Birgün, 15 Ekim 2020, s.15.
[4] Rollo May, Yaratma Cesareti, çev: Alper Oysal, Metis Yay., 1998
[5] Eren Aysan, “Leonardo…”, Birgün, 15 Ekim 2020, s.15.
[6] Serra Rodoplu, “Wachowski’yle Rembrandt’ı Düşünmek”, Cumhuriyet Pazar, 10 Ocak 2022, s.8.
[7] Serra Rodoplu, “Perde Açılsın 2022 Başlıyor”, Cumhuriyet Pazar, 2 Ocak 2022, s.6.
[8] Rauda Jamis, Frida Kahlo, çev: Hülya Uğur Tanrıöver, Everest Yay., 2017, s.3.
[9] M. Şeymus Güzel, “Abidin Dino Sürgün Yollarında”, Yeni Yaşam, 10 Aralık 2020, s.11.
[10] İbrahim Karaoğlu, “Abidin Dino’nun Büyülü Elleri”, Birgün Pazar, Yıl:17, No:733, 28 Mart 2021, s.12.
[11] Ferit Edgü, Biçimler, Renkler, Sözcükler, Sel Yay., 2008.
[12] Lou Andreas-Salomé, Arayışlar, çev: İlknur İgan, İş Bankası Kültür Yay., 2017, s.23.
[13] Charlotte Brontë, Jane Eyre, çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 2018.
[14] Charles Juliet, Samuel Beckett İle Görüşmeler, çev: Sema Rifat, Om Yay., 2000.
[15] Fyodor Dostoyevski, İnsancıklar, çev: Sabri Gürses, Can Yay., 2019, s.86.
[16] Jacques Ranciere, Estetiğin Huzursuzluğu-Sanat Rejimi ve Politika, çev: Aziz Ufuk Kılıç, İletişim Yay., 2012.