İmar planlarından federal çözüme kadar farklı ölçeklerde alternatif bir gelecek kurabileceğimiz alanlarda ayni yanlışları tekrarlamamızın sebebi toplumsal hafıza kaybımızdır demek kolaycılık olur. Bu minör bir topluluk olan biz Kıbrıslı Türkler’in düşünce dünyalarımıza yapılan toptan taarruzu görmezden gelmemiz anlamına gelir. İmar planı süreçleri bize toplumsal hafızayı etkisiz kılan düzenekleri okumamız ve bu düzeneklere karşı alternatif ve sürekliliği olan bir hafıza geliştirmemiz için yol verebilir. Aşağıdaki Mağusa-İskele-Yeniboğaziçi İmar Planı’na dair kısa öykü (ölümünün 101. yıldönümünde savaşlara karşı direnirken ‘’sosyalizm ya da barbarlık’’ diyen Rosa Luxemburg’a da öykünerek) ufukta kabararak çoğalan barbarlığa (milliyetçilik, militarizm, türlerin yokoluşu ve hızlanarak artan eşitsizliğe) karşı kentler üzerinden savunma hattı inşa edenlere destek olmak üzere kaleme alınmıştır.
***
9 Ağustos 2019 günü, Salamis antik kentinin biraz ötesinde yüzlerce kişi otelin çok amaçlı toplantı salonunu doldurmuştu. Salonun ön safları Mağusa, İskele, Yeniboğaziçi İmar Planına katkı koyan kurumların temsilcileri, yerel yönetim temsilcileri ve teknik ekipleri, duyarlı yurttaşlar ve sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinden oluşuyordu. Dışarıda bekleyen müteahhitler ve sermaye temsilcileri genel oturma düzeninden bir geçiş ile ayrılmış arka bölüme sunum başlamadan hemen önce gelip topluca yerleştiler. Salonun önündekiler ile kaynaşmadan kendilerine farklı bir alan açtılar.
Mağusa İnsiyatifi aktivistlerinden Esra ve Mertkan ile saten döşemeli ve kurdele bağlı sandalyelerin orta sıralarında kendimize yer bulduk. Mertkan plan süreçlerine aktif olarak katılmış ve katkı koymuştu. Onun plan sürecine dair olumlu telkinlerine rağmen tedirginliklerim sürüyordu. Siyasi demeçler son bulup imar planı taslağının sunumu başladığında bu tedirginliğim azalmaya başladı. Mağusa-İskele-Yeniboğaziçi’ni kapsayan bölge için ilk kez yağma ve talan dışında bir gelecek tahayyülü kurulabildiğini düşünmeye başladım. Bilimin, doğanın, sosyal ve ekonomik çevrelerin, farklı dil ve araçlar aracılığı ile ortak bir süreç içinden konuşabileceği düşüncesi heyecan vericiydi. Üniversiteler, belediyeler ve sivil toplum örgütlerinden 150’yi aşan kişinin katkı koyduğu ortak bir çabanın ürünü vardı karşımızda. Plana katkı koyanlar ve kentliler yapıcı eleştirilerini sunduktan sonra salondan ayrılmak üzere ayağa kalktım. Şehir Plancısı, oda başkanı ve aktivist Merter ile göz göze geldik. Planı olumlu bulduğumu söylediğimde ikimizin de içindeki tedirginliği dillendiren Merter oldu: ‘Bugüne kadar süreci biz yönettik, önemli olan bundan sonrası.’ Buradaki ‘biz’ mesleki bir ‘biz’in ötesindeki bir birlikteliği anlatıyordu. Bundan sonrasına dair vurgu ise arka sıralara kurulmuş ve süreci arka kapılardan, gizli kanallardan yürütmeye alışmış sermaye ve çıkar gruplarının demokratik ve politik bir süreç olarak planlama kültürünü yok saydığı siyasal aygıtı anlatıyordu.
Bu aygıt 2018 yılında emirname taslağının yayınlandığı gün kendini göstermişti. Emirname taslağı toplumun denetiminden uzak bir şekilde ve kapalı kapılar ardında yeniden düzenlendiğinde Mağusa’nın Girne ve Lefkoşa’dan çok daha güçlü bir statükonun elinde olduğunu anlamıştık. Mağusa yıllarca sermaye ve müteahhitlerin ‘planladığı’ bir kent olarak gelişmişti. İngiliz sömürge döneminin mirası olan, bireysel sermayeleri güçlendiren ve neredeyse limitsiz gelişimi özendiren Fasıl 96 düzeni Mağusa inşaat sektörünü besleyen ana damara dönüşmüştü. Gelmiş geçmiş tüm siyasi partilerin yönetiminde serpilen ve partilerin bölgesel politikalarında önemli aktörlere dönüşen inşaat sermayesi, devlet ve belediyecilik gibi destekleyici ve müşterek unsurların boşalttığı alanları doldurarak kendi çıkar ve rant alanlarını geliştirmişti. Siyasi partilerin coğrafya ile kurduğu ilişkiler de bu rant ağına dolanarak biçimlenmişti.
İşte imar planı tam da bu yüzden önemliydi. Sadece basit anlamı ile çarpık kentleşmeyi engelleyecek bir araç olarak değil, tam da siyasal alanın inşaat sektörünün patronluğunda gelişen post-politik ve anti-demokratik ilişkiler düzenine karşı alternatif bir kentsel savunma ve üretim düzlemi yaratmak açısından planlama süreçlerine sahip çıkılmalıydı. Planlama süreçlerine etkin olarak katılan kent hareketlerinin gücü birleşme öncesi Berlin’de, Kreuzberg bölgesinde deneyimlenmişti. Bu deneyimler sonrasında kentin bütünleşmesi sürecinde yetkinliği artan kentli aktörler, inisiyatifler ve yurttaşlar kentsel dönüşüme yön verecek yeni politik araçlar geliştirmişti. Plancılar ve mimarlardan oluşan küçük ölçekli proje gruplarına entegre olarak (IBA Berlin modeli) Berlin’in yeniden inşasında aktif rol aldılar. Bu dönüşüme yurttaşların etkin katılımı alternatif politikaların gelişmesine ve farklı tarihsellikler içinde süreklilik kazanmasına olanak sağladı. Bugün Kreuzberg finansallaşan konut politikalarına karşı direnişin önemli merkezlerinden biri olmuşsa bunun sebebi alternatif kentleşme mirasına sahip çıkan kentlilerdir. Bu pencereden bakıldığında 9 Ağustos günü salonda toplanmış olan çok sesli aktörler kentsel politikanın yeni baştan örgütlenebileceğine dair önemli bir olasılığa işaret ediyordu.
Planlama süreçlerindeki sinerjiden doğan Planlı Gelişim İnisiyatifi de bu potansiyelin bir dışavurumu olarak görülebilir. Planlama sürecinde kısa ve yoğun bir süreçte 69 kurum ve 150 kişi 97 toplantı sırasında söz söyleme fırsatına erişmesi önemli bir kazanımdır. Bu kazanımın süreklilik kazanması için desteklenmesi ve yeni yasa ve tüzükler ile korunması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin Planlama Makamının bu toplantılarda kendini nasıl konumlandırdığı, yani hangi sesleri öne taşıdığı da önemlidir. Kullanılan araçların ve ölçeklerin çeşitlendirilmesi ve planlamanın mahalli ölçek ile etkileşimi de düşünülmelidir. Planlama sürecinde kurulan ilişkiler ağının hangi güç dinamiklerini içerdiği, fikirlerin ve tartışmaların hangi paylaşım ve ortaklaşma düzleminde gerçekleştiği en az kişi ve kurum sayısı kadar önemlidir.
İlk kez Kıbrıs’ın kuzeyinde bir planın çoğulcu politik sürece dair olasılıklar doğurduğuna şahit oluyorduk. Plan tüm çevreleri, sivil toplumu ve farklı sınıfları mutlu edecek unsurlardan oluşmuyordu elbette. Örneğin, turizm gelişme bölgelerinden birkaçı Mağusa deltası içindeki yapılaşmayı kısıtlamaktan uzak olmanın yanında, başka bir planlama ilkesi olan sulak alanların bütünlüğünün korunması ile de çelişiyordu. Verimli tarım arazilerinin tümü korunmuyor ancak yayılmanın kontrol altına alındığı ve daha kompakt bir yapılaşmanın düşünüldüğü görülebiliyordu. Kazanılmış hakların planın bütünlüğüne yapacağı olumsuz etkileri dengeleyecek finansal ve yasal araçlar da yasanın oluşumundan 30 yıl sonra dahi eksikti. Bir tavizler bütünü olarak plan farklı seslerin farklı derecedeki yorumlarını içeriyordu. Bu çalışmayı büyük özveriler ile yöneten, yönlendiren, üreten ve farklı sesleri sentezleyen şehir plancısı arkadaşların yüzünde ise gurur yerine yoğun bir endişe hakimdi. Arka sıralardaki sessizlik ve alaycı bakışlar onları belli ki huzursuz etmişti. Siyasal alandaki güçleri daire sınırının ötesinde cılızlaşıp kayboluyordu. Yıllarca sermayenin iktidara, iktidarın da daireye yaptığı baskıdan dolayı kendilerini dış dünyadan soyutlayarak korumaya çalışmışlardı. 30 yıllık süreçte (1989-2019) planlama yetkisinden gelen güçlerini paylaşma konusundaki isteksizlik kırılganlıklarını artırmıştı. Belki de ilk kez bu kırılganlıklarını paylaşarak -planlama süreçlerini halka açarak- aşabileceklerini deneyimlemişlerdi.
Taslak rapor sunumu sonrasında top siyasal alana yuvarlandığında salonun arka planında sessiz bekleyenler arenada yerlerini almaya hazırdı. 9 Ağustos 2019’dan Kasım 2019’a kadar imar planı siyasal arenada sermayenin güdümünde başkalaştı. Eşikler ve limitler ile ortak yaşamın olanaklarını tanımlayan politik bir metin olarak imar planı tüm sınırlandırmalarından arındırılarak amaçsız bir metne dönüştürüldü. Sınırsız büyüme hırsı ile kendine siyasette alan açan sağ politika ile kentsel rant peşinde koşarak günlük yaşamını sürdüren sermaye sınıfı yanında alternatif mekânsal/kentsel politikalar geliştirmekten uzak sol partilerin etkisizliği birleşince ortaya bir ucube plan daha çıktı.
Planlı Gelişim İnisiyatifi, KTMMOB (Birlik) ve akademisyenler karşı durana kadar kentsel iktidar makinesinin çarkları yağlanıp durdu. Birlik ve inisiyatiflerin yaptığı hamleler ile imar planında bazı iyileştirmeler yapıldıktan sonra plan siyasal alanın karanlık koridorlarına yeniden girdi. Ve işte yine buradan çıkamadı. Başbakan ‘herkesi’ dinledikten sonra imar planını imzalama yetkisi olmamasına karşın resmî gazetede yayınlanmasına engel oldu. Buradaki ‘herkes’in kim olduğunu kestirmek de diğer herkese düştü. İçişleri bakanının yapmış olduğu açıklamalara göre planın iyileştirilmiş son hali 30 Aralık 2019 günü İmar Planı’nın yasal organı olan Birleşik Kuruldan geçmişti. 55/89 imar yasası gereği Planlama Makamı/ilgili bakanlık planı 15 iş günü içinde yürürlüğe sokmakla yükümlüydü. (Yasanın 14. maddesinin D bendine göre ”İkinci defa Birleşik Kurula sunulan plan tasarısı veya değişiklik önerisi en geç on beş gün içerisinde onaylanarak Resmî Gazetede ve en az iki yerel günlük gazetede onaylandığı ilan edilir.”) O günün içişleri bakanı sorumluluktan kaçması yasal olarak mümkün görünmese de gayri yasal ve post-politik temellere oturan devlet aygıtı içinden bakılınca her şey olasıydı.
Açıkça görülmüştü ki plansızlığın sorumlusu üstyapıdaki kurulum hatalarından kaynaklanmaktaydı. Sağ popülizmin sermaye ile ortaklık içinde kurduğu düzeneğin tüm çarkları bu süreçte bir kez daha apaçık görünür olmuştu. 14 Ocak 2020 günü yasal olarak yürürlüğe girmiş olması gereken imar planı ayni gün siyasi bir büyü ile buharlaşarak yok oldu. Yasalara, bilime, plan sürecine katkı koyan 150’yi aşkın kişinin emeklerine karşın Bakanlar Kurulu elle tutulur gerekçe göstermeden imar planı ile ilgili süreci 6 ay sonrasına yani Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardına öteledi. Başbakan’ın kürsüden ”ben bu planı imzalamak zorunda mıyım?” diyerek küstahlık sınırlarını aşan yasa dışı müdahalesi ile imar planı bilimin ve çoğulcu politikanın alanından koparılıp kaygan ve kaypak popülist zemine geri taşınmış oldu.
Konut yoğunluğu, ulaşım yükleri, ekolojik eşikler ve sürdürülebilir kentsel yaşam gibi çoklu bilgi gruplarını harmanlayan, kentteki minör kesimlerin (işçiler, ağaçlar, göletler, kadınlar, çocuklar, insan-ötesi diğer varlıklar…vb.) ihtiyaçlarına öncelik veren, ekonomik ve sosyal politikaları uyumlaştıran ve tüm bunları yaparken ortak bir kent vizyonu oluşturmayı amaçlayan planlama süreci bir anda iktidar/sermaye aygıtının örmüş olduğu duvara tosladı. İmar planı 1974’ten beri Mağusa ve çevresindeki talan ve yağma düzenine ortak olan sağ/sol partilerin sermaye ile ortaklık içinde ördüğü bu duvarı aşamadı. Bu yüksek katlı rant duvarı iktidar yapıp bozacak kadar güçlü bir harç ile inşa edilmişti. Öyle ki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini bile etkileyecek kadar siyasal alanı tahakkümü altına almış görünüyordu.
***
Tıpkı iklim krizinde olduğu gibi küresel ısınmayı ve bilimi reddeden iktidar sermaye ilişkisinin bir benzerini imar planı sürecinde gözlemliyoruz. Fosil yakıt şirketlerinin iklim krizi politikalarında söz sahibi olmaması gerektiği gibi inşaat sermayesinin de kentleşme politikalarının dışında tutulmasının neden gerekli olduğu ortadadır. Kentleri korumak için bilimi korumak, bilgi yerine kanı ile yöneten popülist sağın dilini kentsel politikanın dışına itmek elzemdir. Kıbrıs gibi sömürgeleştirilmiş hassas coğrafyalarda bu acil bir ihtiyaçtır. Ne yazık ki Kıbrıs solu kentler ve şehircilik üzerine alternatif politikalar üretmekten uzaktır. Bunun sebeplerinden biri barış sonrası Federal Kıbrıs ütopyasının sol politikaları çıkmaza sürüklemesi olabilir. Ancak artık biliyoruz ki federal bir Kıbrıs elitlerin ve sömürgeci güçlerin ebeliğini yaptığı bakir bir doğumun sonucu oluşmayacaktır. Federalizmin yasal, mekânsal, sosyal, ekonomik ve ekolojik koşullarını bugünden başlayarak inşa etmek durumundayız. Federalist, ekolojist, feminist ve çoğulcu bir politik geleceği şimdi, farklı güç ağlarını yeniden tasarlayarak başlatmalıyız. Kentler güç ve iktidar ağlarının düğümlendiği, iç içe geçtiği mücadele alanları ise imar planları, kentsel dönüşüm süreçleri, yasalar ve tüzükler bu ağları yeniden düşünmemize ve onları yeniden kurmamıza yarayan araçlardır. Bir yandan günlük hayatımızı üst ölçekli federalist politikalar ile geleceğe doğru yönlendirirken diğer yandan bu geleceği küçük ölçekte inşa edecek araçlar ve stratejiler geliştirmeliyiz. Feminist felsefeci Isabelle Stengers’in de dediği üzere makro ve mikro politikaların arasındaki mezo katmanları, yani dönüşümlerin ve başkalaşımların gerçekleştiği eşikleri sahiplenmeliyiz.
Bugün açıkça görüldüğü üzere imar planı süreçleri sermaye ve iktidar şeması karşısına alternatif bir ‘biz’ oluşturabilecek olasılıkları sunmaktadır. Öyle ise bilimi, doğayı ve yasaları bile yok sayacak kadar küstahlaşan iktidar aygıtına karşı alternatif bir bizin karşı-iktidarını kurmaya başlama zamanıdır. Ortak bir kentlilik bilinci oluşturmanın kurucu öğelerinden olan planlamanın aksi barbarlıktır.