Geçmişin ebelerinden geleceğin bekçilerine, iki zamanlı yaşamların arasından, sürekli bir şu an oluşuyla ilgili, bir uçtan öbürüne, gözün göremediği kadar gider, bir gün tam ağarmadan gelir, anlatmak için yanıma oturduğunda ortada kimsecikler yoktu. Güneş ve yağmurun sık sık değiştiği günlere geliniyor, tohumun toprak altında kaldığı soğuk günler, henüz zamanın kendi omuzlarında taşıdığı bu sır, bağlılık yeminleri kadar uzaktı.
Yarı uyur yarı uyanık uzanıyor, yüzüm uyuşuyor, köpeğimiz fenerin havlama seslerini daha iyi duymaya başlamıştım bile.
Daha önceleri, bütün ters düşen durumlara göz yumduğunu duymuştum. Göz yummak aslında yaşamın kısa oluşu kadar acıklı bir olaydır. “Ama dersen özgürlük biter, diye başladı cümlesine.” Kimilerine göre skandallarla dolu bir çevrede yaşıyorum. Kimilerinin aptal bulduğu, marjinal, genç bir kadınım. Şikâyet etmek artık bana göre değil, şimdiye kadar şiddetlice haklı olmaya ihtiyacım vardı. Artık yok… Artık yok… Zihnimin bütün zayıflığında kendimi aşağılanmış hissetmek, çaresizliğe kapılan, şimdi ve burasını terk edemeyen, büsbütün ter edemeyecek olan özlem duygumu anlıyorum. Bütün bunların benimle bir ilgisi yok. Bütün bunlar koskoca evrende yitik ve güçsüz duran insan ve insanın zihninin gerçeğinden kalan şeyler.
Dur ağlama artık Irmak…
Konuşmayı bırakmış, ağlamaya devam ediyordu. Beni çok vakitsiz, sabah yakalamıştı, ne gün dedim içimden. Gözümü yeni açmıştım üstelik. Bize kahve yapayım, dur ağlama, anlat ne oldu? Kafamı toparlayayım.
İnce elleriyle simsiyah saçlarını sola doğru attı ve sana da yüklendim değil mi diyerek, o ağlamanın arasında yürekten bir gülümsedi. Beni de güldürdü şıllık, bir sarıldık ki birbirimize, duran bir ağlamanın sonrasında, sarılarak, içimizi çekerek biraz daha gülümsedik. Yuvarlak yüzündeki siyah kirpiklerini iyice ıslatmış, kara gözleri azıcıkta olsa hemencecik kızarmıştı. Bir yandan küçük burnunu çekiyor, diğer yandan her zamanki gibi ince sesiyle iyi ki varsın dedi. Birinin hayatında iyi ki var olmak ne güzel şeydir. İçime iyi ki var olmanın huzuru düşüverdi işte. Sevilince daha bir çalışkan oluyor insan, birden sade kahvelerimizi yapayım bari diyerek kalktım.
Irmakla ben yeni arkadaş olmuştuk, soğuk ve çapkın erkek arkadaşlarımız olmuş fakat birbirimizi kıyaslayacak bir çocukluktan geçmemiştik. Birbirimizi bulduğumuz gün aynı zamanda birbirimizi bir tartışma içinde de bulmuştuk. Anlaştığımız ilk konu, insanın bir yaşam koşulu olduğu ve zamanın ancak o şartla kutsallığını yitirmeyeceğini. Kendimizin hem yargı hem de ceza olduğu konusunda anlaşmıştık.
Annem: “Yasemin hala uyanmadın mı?”, diyerek odama girince. Önce Irmağa sonra bana baktı ve “halen erkek, kadın ilişkilerini çözemediniz mi?”, diyerek gitti. Annem çok ufak yaşta canı kadar sevmiş, sevdikçe canını acıtmış birini, kendini önceleri mağdur görerek, sonraları hem kendi hatalarını hem de herkes gibi yaşadığı bu aşinalığın içinden ani bir dönüşle, büyük bir değişim yaratmış bir kadındı. Anneme göre insanlar yaşlanmasaydı, zaman olmasaydı, ölümü aşmak için sevişme ve aile kurma olmayacaktı.
Irmak sen nasıl girdin içeriye? Fener önce seni uyandırmak için havladı, sonra burnuyla annenin bıraktığı anahtarın yerini gösterdi. Ay bu köpekte bizden beter. Her önüne gelene açıyor kapılarını.
Derdim aşk değil Yasemin gel otur.
Kimiyle bir ay sevdik birbirimizi, kimini üç beş saat sevdim, kimiyle bir yıl sevdik birbirimizi. Biliyorum bana teselli sunamayacaksın. Huzur bulmak artık bir rastlantı değil benim için. Irmak anlattıkça ağlayan vücudunun çözüm bulamadığını buna rağmen beyninin çözüm bulduğunu düşündüm. Tıpkı doğu ve batı arasına kıstırılmış kadınlar gibiydik. İçimiz doğu beynimiz batıydı. Tıpkı yaşam gibi, bu iki karşıtlaşan kuvvetin karşılaşmasından doğmuş gibiydik. İçimizi doğu tutmuş, zaman kırılıp gizlenir.
Yasemin… Merkezi devletin yarattığı gündemden çıktım, bu bütün sorunları içselleştirmeden yaşayacağım ve ölmemek lazım, yaşayacağım. İdeolojim, fikirlerim olmayacak demiyorum. Karşı çıkmayacağım demiyorum. Sadece bütün bu gündemin bu kadar vaktimi çalmasına, beni tembelleştirmesine, içselleştirerek üzmesine, yıkmasına, yaşanmayacak gibi hissettirmesine izin vermeyeceğim. Penceremden dışarı bakacağım ve ne varsa düzeltilmesi gereken düzelteceğim, güzel olmasını istediğim neresi varsa orası için gayret edeceğim.
Irmak bunun için mi ağladın? Anlamadım… Önce geldin bunu bir gün sevdim şunu bir ay sevdim, şimdi gündem diyorsun, gerçekten anlamadım. Sabah sabah beni uyandırdın, seni merak ediyorum kızım.
İnsan çözüm bulunca da ağlar, içinden çıkınca da ağlar. Kapa çeneni Yasemin…
Biz bir toplum değil miyiz? Çeşitliliğimiz var. O zaman bu çeşitliliği kolaylaştıracak ve işbirliği yaratacak bir çözümü önce insan kendi içinde nasıl bulur?
Nasıl bulur çokbilmiş Irmak? ‘Gülüyoruz’
Estetiğin ve merakın peşinden giderek bulur. Mücadeleyse mücadele… Yok etmeye çalıştıkları estetiği kendimce, hiç dünyayı kurtarma çabası içinde olmadan, penceremden gördüğüm yerleri, sevdiğim yerleri değiştireceğim.
Irmak, zaten insanın bir şeylere yetişme çabası içinde oluşu, içindeki ölüm korkusunu yaratmıyor mu? Bütünü değiştirmeden bu huzura nasıl varacaksın?
Hayır… Bütünü değiştirmek ayrı bir yol, kendi değiştirebileceklerin ayrı bir yol. Başka bir çaba… Tarihte sorunları içselleştirdiği için intihar eden yazarlar olmuştur. Virginia Woolf bu yüzden intihar etti. Çözüm müydü şimdi bu?
Irmak, şu zamandan önce hiçbir zaman bu kadar insan yersiz yurtsuz bırakılmadı. Köylerden şehirlere göçler, dünyanın bütün sistemleri bunu getirdi. Çözüm yerelde olsaydı göç olur muydu?
Yasemin, bu dediklerinin olacağı köle ticaretinin dünyada başlamasıyla belliydi. İnsan yaşadıklarını, ilerisi için kullanmayı çok bilecek yeterlilikte değildir. Barınma, doyma ve sevişme dürtüsünün yoksunluğuna, bir de insanın sevilmediğinin şüphesi içine düşerse, o korku içinde nasıl merak gelişecek? Ben sana dünyayı kurtarmayacağım diyorum, sen dünyayı kurtarmaktan bahsediyorsun. Aklımda bir şeyler var değiştirilebilecek ufak şeyler. Benimle var mısın? Yoksa yok musun? O yolda, aşkta, mutlulukta, huzur da bizi bulacaktır. İçi yerel insan elbet sevgiyle kavuşur.
Irmak çoktan gitmişti, pencereden bakıyorum. Yeşil Çamlar, eğrelti otları, ardıç çalıları, fundalıklar: Ardından deniz üstünde yel. Hepsinin üstünde içimin yelleri, kaleler var, bir zamanlar savunulan kaleler. Sokak araları, taş yollar, denizsiz şehirler, biçilmiş otların üzerinde gezen toprak rüzgârları. Pencerem… Kalbimin beynimden daha etli, daha konuksever görünmesi bu yüzdendir. Tuz ve yağmur yakın yüzyılda doğanın bazı izlerini silecek. Sanırım en bereketli ve zarif çiçek süsen çiçeğidir. Mutfakta akşamüstleri kitap okurken artık ışık yakıyorum. Penceremin pervazındaki kavanozun içinde, Irmakların bahçeden kestiğim birkaç tane süsen çiçeği ve kuş tüyü duruyor. Önüme çıkan kuş tüylerinin uğuruna eskisinden daha çok inanıyorum. Yaprağımdaki ‘Şehir’ şiirini okuyorum;
kabul et karanlığı
gözün gözü görmediği
zifiri karanlığın
gözleri olduğunu kabul et
burada karanlık
bir torbaya tıkılmış
bir taşa sarılıp suya atılmış, batırılmış
karanlık diye bir şey kalmamış
***