Postmodernizm; her geçen gün gerçeğin içinin hızla boşaltıldığı, içeriğin özünü kaybettiği, öznenin gitgide önemsizleştiği, bunlar olurken de, kendi değerlerini, sanatını, kültürünü, dilini, akımlarını üreten, kısacası insanlığın geçmekte olduğu, şu sıralar deneyimlediği bir çağ. Böyle bir çağda, çevremizde, bulunduğumuz ülkede, dünyada olup bitenleri kavramaya çalışırken bocalamamak elde değil. Bu kavrama işini gerçek ve hakikat kavramları ile yapacak olursak, gerçeği, insanın akıl yürütmesinden bağımsız bir olgu olarak; hakikati de, o gerçeğe bağlı olarak yapılan akıl yürütme sonrası ulaşılanlar olarak tanımlayabiliriz.
Birkaç gün önce Lübnan’da yaşanan, Kıbrıs’ta da hissedilen patlamayı bir gerçek olarak kabul ederek, bu gerçeğe bağlı kalarak duygulardan arı bir akıl yürütme ile hakikate temas mümkün.
Ortadoğu’nun Paris’i (postmodernizm kanımızda)diye de bilinen Lübnan’da varolan dinsel, mezhepsel, etnik gruplar ve bunlar arasındaki çekişmeler siyasetin gündemini oluşturuyor. Bu çeşitliliğin varlığında gruplar arasında kurulan hassas denge, hemen bozulacak cinsten olsa da, uzun yıllardır öyle ya da böyle korunuyor. Hatta Lübnanlılar arasında ülkede kurulan sistemin yıkılamayacak kadar güçsüz oluşuna ilişkin şakalar bile yapılıyor. Dolayısıyla bu patlamayı ve hasarın giderilme sürecini, ‘bu hassas denge için ciddi bir tehdit’ olarak değerlendirenler var.
Patlama sonrası, Ocak 2020’ye kadar Başbakan olan Saad Hariri, öldürülen eski Başbakan babası Refik Hairi’nin, patlamanın olduğu limanın yanındaki mezarını ziyaret etti, iki olay arasında bağıntı kurdu ve “Beyrut’u öldürdüler” gibi bir ifade kullandı. Kimi veya kimleri kastetti, bilinmiyor. Sabotaj ihtimali de konuşuluyor, patlamanın ihmal nedeniyle olabileceği de…
Patlamaya ilişkin, Lübnan’ın iç soruşturma yapacağı da, önümüzdeki haftalarda uluslararası soruşturma başlayacağı da söyleniyor ancak uluslararası doping kuruluşunun olimpiyat dereceleri olan iyi sporculara “nası anlaşılmadan doping yapılabilir” danışmanlığı verdiği bir ortamda, uluslararası soruşturmalara ne kadar itibar edilebilir ki…
Patlamanın olduğu limanda tam 2 bin 750 ton amonyum nitrat patladı. Bu patlayıcı, 6 yıldır o limanda duruyormuş. 2013 yılında Gürcistan’dan Mozambik’e 2 bin 500 ton amonyum nitrat taşıyan gemi, arıza nedeniyle Beyrut Limanı’na giriyor. Gemi sahibi Kıbrıs’ta yaşayan bir Rus. Evraklarda eksiklik görülüyor ve gemi kalıyor. Mürettebat gemide tutuklanıyor. Avukatlar, geminin patlayıcı dolu olması nedeniyle mürettebatın can güvenliklerinin tehlikede olduğunu söylüyorlar, mürettebat ülkelerine gönderiliyor, yük limana indiriliyor. 6 yılı aşkın süredir o miktarda amonyum nitrat limanda tutuluyor. Mahkeme süreçleri, diplomasi, bürokrasi… Şaka değil, 6 yıldır patlayıcılar o limanda, adeta patlamayı bekliyor. Olaydan sonra, “…… Beyrut’u öldürdüler” diye kinayeli beyanat veren Başbakan, Ocak 2020’ye dek, limanda 2 bin 500 ton amonyum nitrat dururken de başbakan.
Sonuç hazin, 100’den fazla insan öldü, binlerce insan yaralı, yüzbinlerce ev hasar gördü, tarihi eserler, sanat eserleri, hayvanlar, bitki örtüsü yok oldu, doğaya verilen zarar yıllar içinde ortaya çıkacak…
Patlamanın ihmal nedeniyle mi gerçekleştiğinin ya da sabotaj olmasının, gerçek dolayımıyla varılacak hakikate etkisi gerçekten olabilir mi? Diyelim uluslararası soruşturma sabotaj dedi, Hizbullah dedi, biz de inandık… Bunu biliyor olmanın ne gibi bir faydasını görebilir insanlık? Önce suçlu tayin edilse, yakalansa, cezalandırılsa, kamu vicdanı tatmini falan filan? Sonra da yaşasın, yeni terör tedbirleri? Bu mu hakikat?
İnsanlık; patlamayı da, sabotajı da, ihmali de üreten bir sistem tesis etmiş. Daha nicelerine de gebe. İşte hakikat bu.