Geçtiğimiz hafta sonu, Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nde kalması taraftarı yerel organizasyonların düzenlediği bir yürüyüşe katıldık ailecek.
Galler’in başkenti Cardiff’te düzenlenen yüksek katılımlı bu etkinlikte, Brexit’in, yani Avrupa Birliği’nden ayrılmanın, o en çok konuşulan ekonomik boyutuna değil, ağırlıklı olarak siyasi, sosyal ve kültürel boyutuna, neden çeşitliliğiyle ‘birlik’ olabilen bir Avrupa’ya ihtiyaç duyulduğuna odaklanıldı.
Brexit tartışmaları, ağırlıklı olarak sürecin ekonomik boyutuyla ele alınıp, Birleşik Krallık’ın AB’den kopuşu sonrası kısa, orta ve uzun vadede yaşanacak ekonomik sıkıntılar bağlamında sürdürülüyor.
Ancak Brexit’in siyasi ve sosyal anlamda, gerek özelde Birleşik Krallık sınırları içerisinde, gerekse genel anlamda AB içerisinde domino etkisiyle yaratacağı kırılmalar, uzun vadede mali sıkıntılardan çok daha yıkıcı olabilecek bir tehlikeyi de beraberinde getiriyor.
***
Avrupa Birliği’nin ortak bir ekonomik topluluk olarak yarattığı mali düzenin, üye devletlerin ve toplumların yaşam alanlarına nasıl etki ettiği, elbette ayrı bir tartışma konusu.
Pratikteki uygulamanın, özellikle son dönemde zengin ülkeleri daha da zenginleştirip, fakirleri daha da fakirleştiren bir yapıya dönüşmesi, Avrupa Birliği yapılanmasının en çok eleştirilen yönlerinden bir tanesi.
Ancak AB çatısının Avrupa’da sağladığı siyasi, sosyal ve kültürel birleşme ve bütünleşme, üyelerin ulus kimliklerinin üzerinde bir üst kimlik oluşturarak yarattığı uluslar üstü bir aidiyet modeli, bölgesel ve global barışın idamesi açısından, hayati bir öneme sahip.
Dolayısıyla AB’yi salt mali perspektifle ele almamak, örgütün varlığını, yukarıda bahsettiğim diğer boyutuyla da değerlendirmek gerektiği inancındayım.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da barışçıl bir düzen kurulması, ulusları öne çıkaran değil, uluslararası bir federal yapılanmayı öngören birleşik bir Avrupa hayalinin, Doğu Bloku’nun yıkılmasının hemen ardından siyasi anlamda vücut bulmuş halidir Avrupa Birliği.
1992 yılında, Maastricht Antlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle, ekonomik bir topluluk olmanın ötesine geçip, ortak pazar aracılığıyla, insanların da serbest dolaşımının önünü açan AB sayesinde, bugün 28 üye devletin vatandaşları, yani 500 milyonu aşkın kişi, bir üst vatandaşlık bağıyla birleşmiş bir şekilde, yaklaşık 4 buçuk milyon kilometre karelik bir yurtta, birlikte yaşıyor.
Böylesi bir Avrupa Birliği’nin siyasal çöküşü, günümüzde yükselmekte olan etnik temelli milliyetçiliğin daha da görünür hale gelmesi, aşırı sağ siyasi dalgalanmaların, bölge ve dünya barışı için çok daha ciddi bir risk ve tehlike haline dönüşmesi anlamına gelecektir.
Birliğin bu tehlikeye karşı tedbir alması, gerek ayrılıkçı söylemlere gerekse etnik ayrışmalara neden olan politikalarını, bir an önce gözden geçirmesi, şart.
***
1941 yılında Ukrayna’nın başkenti Kiev’de, 34 bin Yahudi’nin kurşunlanarak öldürüldüğü Babi Yar soykırımında fiilen görev aldığı tahmin edilen bir Nazi’nin torunu olan Alman avukat Matthias Bergmann, geçtiğimiz haftalarda İngiliz The Guardian Gazetesi’nde yayınlanan makalesinde, savaş sonrası inşa edilen Avrupa perspektifiyle bir Brexit değerlendirmesi yapıyor.
Annesi ve babasının, dedesinden kalan Nazi mirasını silmek ve çocuklarının nefret değil barış içerisinde yaşamayı öğrenmesi için gösterdiği çabayı anlatan Bergmann, Avrupa Birliği’nin, O’nun için bir ekonomi projesi değil, bir barış şampiyonu olduğunu söylüyor.
AB ve öncüllerinin, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’da barışı inşa ettiğini, Avrupa uluslarını, barışçıl bir siyasi ve kültürel koalisyona entegre ettiğini ifade eden Bergmann, yazısını şöyle sürdürüyor:
‘Brexit’i tartışmak bize, Nazi Partisi’ni 1933 yılında iktidara taşıyan dönemin Almanya’sıyla korkutucu bir paralellik göstermesinin yanı sıra, Avrupa Birliği’nin, hem kendini hem de üye devletlerini, kurumlarına ve siyasi süreçlerine yönelen bu riskten koruması gerektiği gerçeğini de hatırlatıyor. Ekonomik çıkarlar için, temel siyasi kazanımları tehlikeye atmak, politik sorumsuzluğun doruk noktasıdır. Parçalanmış geçmişimizin bilinciyle, müşterek bir yolun yürüneceği Avrupa’nın geleceği, sorumluluklara dayanan ortak bir süreçle inşa edilebilir. Avrupa Birliği’nden ayrılmak, bu müşterek süreci ve barışı inşa eden bir kimliği geride bırakmak demektir ve bu sadece üzücü değil, aynı zamanda korkutucudur!’
***
Birleşik Krallık’ta yaşanmakta olan Brexit sürecinin, AB’nin siyasi varlığına ilişkin söz konusu tartışmaları da beraberinde getirdiği bu günlerde, Kıbrıs sorununa da benzer bağlamda bakma ihtiyacımız var.
Federasyonun önemi, tam da bu noktada ortaya çıkıyor.
‘Sorunu federasyonla çözmeyi denedik, olmadı, o yüzden bunda ısrar etmenin, bu amaçla daha fazla vakit kaybetmenin gereği yok’ şeklindeki yaklaşımlar, aslında bir anlamda, federasyonu salt bir ‘şekilden’ ibaretmiş gibi gösterip, modelin özünü dikkatlerden kaçırmayı hedefleyen yaklaşımlardır.
Oysa federasyon, bizi AYNI hedefe ulaştırabilecek alternatif yollardan biri değildir. Ya da daha farklı bir biçimde söyleyecek olursak, hedef adayı yeniden BİRLEŞTİRMEK ise, önümüzde birden çok seçenek değil, sadece bir seçenek vardır.
Eğer ortak bir gelecek hedefliyorsak, ayrışmak ve ayrıştıkça uzaklaşıp, uzaklaştıkça daha da ‘düşmanlaşmak’ istemiyorsak, yani ‘BARIŞMAK’ istiyorsak, bunun yegane yöntemi, federasyon çatısı altında BİR ARAYA gelmektir.
Bugün iki devletli bir çözüm modeli mümkün olsa dahi, bu model, federasyonun ikamesi değil, tamamen farklı sonuçlar doğuracak bir devlet yapılanma şeklidir.
Kıbrıs’ta ideolojik olarak federasyonu savunmak, etnik kimliklerin üzerinde, ortak bir üst kimlik oluşturma ve bu kimlikle, ortak bir gelecek kurma gayretinde olmak demektir.
Tam da Matthias Bergmann’ın ifade ettiği gibi, ‘Parçalanmış geçmişimizin bilinciyle, müşterek bir yolun yürüneceği bir Kıbrıs’ın geleceği, sorumluluklara dayanan ortak bir süreçle inşa edilebilir’.