Yazının başlığı Emma Goldman’ın seçimler üzerine söylediği ve anarşistlerin dillerine, pankartlarına adeta pelesenk olmuş bir slogan. Ekim’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde başlığı şiar edinen, boykotu işaret eden bir siyaset olacak mı bilmiyoruz ancak bu içerikte şüphesiz, oy vermeyi reddeden bireysel duruşlar olacaktır.
Her norm dışı, genele egemen olmayan davranış, genele meyledenlerin vazgeçirme çabasıyla, yahut acayiplik yaftalı sorularıyla karşılaşır. Normal ya da egemen olan övülür, karşı duruş ise öfkeyle, imkansızlıkla, dejenerasyonla, aşırılıkla, aşırı uçlukla, ne gerek var’la veya o düşünceye sahip olanların azlığıyla yaftalanır.
“Ne, vegan mısın, proteinsiz yaşanmaz, hem bitkilere yazık değil mi”
“Feminist misin, a çok rica ederim, insan hakları dururken, resmen gereksiz asabiyet”
“Vicdani retçi misin? Kimse askere gitmezse kim koruyacak bu ülkeyi gardaşcığım”
“Oy vermiyor musun? Nasıl olur, bu bir vatandaşlık görevi.”
Oy vermemek, bananecilerin ve bahanecilerin de bir yönelimi olmakla birlikte, anarşizan bir siyasi duruşa tekabül ediyor. “Anarşistler her türlü yöneten-yönetilen ilişkisini, bürokrasiyi, hiyerarşiyi reddetmeleri sebebiyle seçimlere büyük önem atfetmiyorlar; kategorik olarak bir seçim karşıtlıkları olmasa da seçimleri, bir demokrasi kandırmacası olarak görüyorlar. Çeşitli seçimlerde konjonktürel olarak oy da veriyorlar. Umarım yanılıyorumdur ancak Kıbrıs’ın kuzeyinde ‘kara bayrak’ görmedim, dolayısıyla boykot tavrı gösteren bir siyaset olmayacaksa, oy vermemenin bireysel karşı duruşlardan öte bir anlamı olmayacak gibi görünüyor ve oy vermeyenlerin, ‘nasıl oy vermezsin’le başlayacak ısrarlı ikna süreçlerinden geçmeleri kuvvetle muhtemel.
Seçim süreçlerinin vazgeçilmezi anketler, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde; Akıncı, Erhürman, Özersay ve Tatar’ın ilk dörtte sıralanacağını söylüyor. Tıpkı diğerlerinde olduğu gibi, bu seçimlerde de kişisel sebepler ya da partizanlık bir tarafa bırakılarak, adayın önümüzdeki beş yılda yapacaklarından etkilenerek oy verilmeyecek. Trajikomik lakin, adayların, seçmen algısındaki hırsızlığa yatkınlıkları da oy vermede belirleyici bir etken ancak, oy vermede asıl ayırt edici faktör, adayların çözüm politikaları olacak. Bir yanda, Erhürman ve Akıncı’nın tek devlet ve federasyon diyen çözüm söylemi, diğer yanda ise, Özersay ve Tatar’ın iki devlet ve konfederasyon söylemi. Gerçi Özersay adeta postmodern bir sosla ‘iş birliğine dayalı ortaklık’ dese de, tek devlet ve federasyon yanlısı olmadığını biliyoruz.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri Kıbrıs’ın kuzeyinin, çözümün artık ete kemiğe bürünmesi yönündeki taleplerinin yoğunluğunun bir göstergesi olacak. Seçmen UBP koalisyonu sonrasında çokça eleştirilen Özersay için de bir cevap verecek. Açıkçası seçim süreçlerinin, oylara etki etsin ya da etmesin, insanlarla birebir ilişkilerin kurulduğu alanlar açtığı ve bir siyasi hareketliliği beraberinde getirdiği muhakkak. Bu hareketliliğin çözüm talebine evriltilebilme ihtimali de umut verici. Çözüm isteyenlerin, Crans Montana sürecinde olduğu gibi tv’den çözüm süreci izleme edilgenliğinden sıyrılmaları, adaylar üzerinde bu anlamda baskı kurmaları, çözüm konusunda daha ısrarcı ve daha talepkar olmaları ve bu talebi sokağa taşımaları gerekiyor.
Oy verse de vermese de insan, görüşmeler sürse de sürmese de siyaset, ana akım ya da değil sanat; sokakta başka güzel.
Hayat sokakta.