Kıbrıs’a dair siyaseti her şeyden önce “federalist” bir çerçeve içinde anlamaya ve anlatmaya çaba gösteren biri olarak temelde Maraş’ın şartsız BM idaresine devredilmesinin ve mülkiyet haklarının korunmasının gerekliliğine inanıyorum. Başından beri yanlış olduğuna inandığım Maraş adımlarına dönük olarak konuyu ters açıdan, “milliyetçi” pencereden ele alıp incelersek yaratılan durumu ve etkilerini daha sağlıklı tartışabilmek mümkün olabilir.
Öncelikle hatırlayalım, milliyetçi bakış açısına göre, Maraş bir “pazarlık kozudur”.
Kendine ait olduğuna dair iddiası olmasına rağmen, gerçekte bu bölge toprağının hiçbir noktasında kktc’nin bir hükmü yoktur. Bu yüzden 20 Temmuz 2021 tarihine kadar bu bölgenin “BM’ye transfer” kararının gerçekleştirilmemesi bir sorundu. Geçtiğimiz gün telli bölgenin %3,5’una tekabül eden alan üzerinde kktc’nin egemenlik icra edeceğinin açıklanması ise esas mesele oluşturmaktadır.
Bu adım milliyetçi yaklaşıma göre mevcut Kıbrıslıtürk “ulusal” çıkarlarını ilerletmek için Maraş’ı araçsallaştırılarak, sonuç alıcı bir politika başlatıldığı beyanıydı. Bu beyanın üzerinden Kıbrıslıtürk tarafı için tek yönlü kazanımlar yaratmak esas hedefti.
Maraş konusunda genel çerçeve içinde baktığımızda makul kazanımlar uluslararası uçuşların kolaylaştırılması, izolasyonların rahatlaması gibi unsurlar vardır. Bu makul unsurlar federalistler tarafından da içselleştirilmiştir.
Milliyetçiler ise maksimalist kazanımlar peşindedir.
Uluslararası tanınma iddiasının karşılık bulması, bölünmeyi derinleştirecek iki devletliliğin kabulü, Maraş üzerinde egemenlik icrası “milliyetçi” siyasetin taleplerinin genel çerçevesini oluşturmaktadır.
Bu anlamda “milliyetçi” siyasetin başarısı Maraş’ta yapılan “açılım” karşılığında yukarıda bahsi geçen kazanımlara göre ölçülebilir. Ancak, herkesin de açık ve net olarak gördüğü gibi BM Güvenlik Konseyi daimi ve geçici üyeleri hep birlikte bu çerçeveye karşı çıkmıştır. Kıbrıslıtürkler yalnızlaşmıştır.
BMGK 550 numaralı kararda Maraş’ın iadesinin çerçevesi çizilmiştir. Bu çerçeve dışında atılacak tüm adımların sürer duruma zarar vereceği ve bundan zarar gören tarafın uygulamanın sorumlusu olan Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye olacağı açıkça ortaya konmuştur.
Gelinen aşamada ise, Kıbrıslırumların mülkiyet haklarının karşılığı, açılan bölgelerin kktc egemenliğinde kalacağı gibi bir yaklaşım benimsenmiş ancak kabul görmemiştir.
Bu açılımdan sonra mülkiyet haklarını yeniden kazanan Kıbrıslırum mülk sahiplerinin, bireysel haklarına sahip çıkmaları durumunda bile; Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünün “ayrılıkçı” Kıbrıslıtürk unsuru ve Türkiye Cumhuriyeti’nin güç politikalarınca korunamayacağı görülmüştür.
Erdoğan ziyaretinde iddia edilen “tanınma” açıklamalarının, saray vaadine dönüştürülmesi de bu açılımın sonuçlarının nereye gideceğine dair ipuçları vermektedir. Milliyetçi cephe açısından, Maraş açılımının “kazanımı” beton bloktan başka bir şey değildir.
Adanın kuzeyindeki yapının tanınmayacağı açıktır. Bununla beraber, Maraş konusu ile ilgili atılan adımlardan geri dönülmesi çağrılarına kulak tıkayan Türk tarafının bu pozisyonu ne kadar koruyabilecekleri de bir başka meseledir.
Muhtemelen, Türkiye’nin AB ile pozitif gündem umutlarının da berhava olduğu kabul görmüştür. BM’deki kenetlenmeyi AB içinde de göreceğimiz açıktır. Bu anlamda da AB kaynaklı Türk ekonomisine, bu kararda ısrarcı olan Kıbrıslı Türk liderliğine ve Maraş konusunda rolü oynayan şahsiyetlere yönelik ekonomik yaptırımların yeniden gündeme taşınacağı ve bu sefer yeni bir şans verilmesinin güç olacağı değerlendirilmelidir.
Bu durumda geleceğe dönük beklentilere bakalım.
BM tarafından, Kıbrıs Türk tarafının Maraş’ta yaptığı adımları geri alması beklenmektedir. Adımların geri alınması ve geçici bir gerilimin ardından ilişkilerin dengelenmesi bu noktadan sonra iyi senaryodur.
Geri alma kararı konusunda Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı “kefen giymiş” ölümüne bu mücadeleyi vereceği konusunda diretecekse, o zaman baskı yolu ile açılan bölgelerin BM himayesine ve devamında Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarına geri iadesine kadar sürecek bir sürecin başlatılacağı ise kaçınılmazdır.
Bu durumda, Ersin Tatar milliyetçi bir çıkış ile başlayan Maraş’ı alma serüveni, Maraş’ın kapsamlı çözüm olmadan Kıbrıs Cumhuriyetine iade edildiği ve Türkiye’nin başına tazminat davalarının açıldığı bir noktaya evrilabilir. Tanınma rüyası, Tatar için bir kabusa dönüşebilir.
Bu bakış açısıyla yaklaştığımızda, milliyetçi cephenin “tanınma” politikası karşılığında olumlu hiçbir şey alamadığı gibi; muhtemelen belli başlı yaptırımlara neden olan ve nihayetinde; başlanılan noktaya geri döneceğimiz bir süreçle sonuçlanabilir.
Yıllarca elde koz olarak tutulan ölü kenti, kentte yaşayanların anılarına dahi saygı göstermeden açarken, okulların üzerindeki Yunanca tabelaları silecek kadar alçalarak sürdürdüğü bu yaklaşım; “milliyetçi cephenin” Kıbrıslıtürk toplumununun Kıbrıslırum toplumu ile ortaklığa dayanan geleceğini belirleyecek iradeyi taşıma kapasitesine sahip olmadığını da açıkça ortaya koymuştur.
Konuyu bir al – ver ilişkisi olarak gördüğümüzde, hiçbir kazanım yaratamadan elindeki kozu harcayan “milliyetçi cephenin” tutumu aslında tarihsel olarak sonunun ilan edildiği 2004 sürecinden sonra kendine yeni bir gelecek tahayyülü kuramadığının en net örneği olarak anlaşılmalıdır.
Politik anlamda sıfırı tüketen Kıbrıslıtürk “milliyetçi cephesi” elindeki gücün politik değil rant ilişkileri üzerine kurulmuş olduğunu göstermektedir. Hal böyle olunca, dış politikanın dibe vurduğu bu dönemde durum her ne kadar karamsar görünüyor olsa da, kendine güvenen, geleceği kurmak isteyen siyasi iradeye sahip kesimlerin daha özgür, daha adil bir siyasi çizgide adanın ortak geleceğini kurmak için sıçrama yapabilecekleri önemli bir fırsat ortaya çıkmıştır.
Muhalefetin bu fırsatı değerlendirerek federalist bir yaklaşımla kararlı bir duruş sergilemesi, ortaklıkları genişletmesi ve bunu sürdürebilir kılması Kıbrıs adasında ortak bir geleceğin kurulması için en gerçekçi adımdır.