Kısa bir zaman aralığında hem hükümet kurup ‘iktidar’ olan, hem de hükümetin dağılmasıyla muhalefete çekilen CTP, bu Pazar 27. Olağan Kurultay’ını gerçekleştirecek.
‘Gülümse’ sloganı ile şekillenen kurultay öncesi süreç, hem Kıbrıs’ın kuzeyine dair hakim olan, hem de CTP’nin özeline dair somutlaşan apolitikleşme dalgasını net bir şekilde gösteriyor olması bir yana, son zamanlarda parti genelinde yaşanan dönüşüme bazı notlar düşmek gerekmekte.
Erhürman’ın bundan 10 yıl önce, 2009 yılında yazdığı ve CTP’nin 22. Olağan Kurultay’ı öncesinde bazı değerlendirme ve eleştirilerde bulunduğu yazılarına göz atma ihtiyacı hissettim. Sanırım bugünkü 27. Kurultay’a giderken Erhürman’ın bir entelektüel kimliği ile yazdıklarına göz atarak, Erhürman’ın başkanı olduğu partiyi daha iyi anlayabiliriz.
Erhürman, 2009 Mayıs ayında “CTP’deki değişimin yönü” isimli yazısını şu cümlelerle bitiriyordu: “CTP’nin 22. Kurultayı’nın sonuçlarından bağımsız biçimde şunu söylemek gerekiyor galiba: Ciddi bir değişim ve dönüşüm yaşanıyor CTP’de. Bu değişim ve dönüşüm dışarıya yansıdığı gibi, isimler, renkler ya da yüzler üzerinden yaşanmıyor sadece. Hiç atlanmaması gereken bir içeriği var. Ve Parti içinde kapsamlı bir ideolojik tartışma başlatılmazsa bir an önce, bir sonraki seçimde yarışacak sol partilerin sayısında bir azalma meydana gelmesi ciddi biçimde gündemdedir.” (Yeni Sol, syf 205, Işık Kitabevi Yayınları)
Bu tespitten ve ön görüden önce, Erhürman, onu bu satırları yazmaya iten faktörü de şu cümlelerle ifade ediyordu: “Hükümetin ya da partinin politikasının merkez sağı temsil eden bileşenlerce belirlendiği noktada, sol/sosyalist partinin stratejisi açık vermeye başlamış demektir. Bu durumda hükümetin ya da partinin, ittifak/cephe kuracağım derken, hakim sınıfların tahakkümü altına girmeye, dolayısıyla sol gösterip sağ vurmaya başlar ki bu, hiç kuşkusuz, siyasi kimlik yitimiyle sonuçlanma tehdidini beraberinde getiren stratejik bir hatadır.” (a.g.e)
Erhürman’ın “Parti içinde kapsamlı bir ideolojik tartışma başlatılmazsa bir an önce, bir sonraki seçimde yarışacak sol partilerin sayısında bir azalma meydana gelmesi ciddi biçimde gündemdedir” ile CTP’yi kastederek altını çizdiği “siyasi kimlik yitimi” ifadeleri, aslında üzerine çok da bir şey söylenmesi gerekmeyen tespitler. Bugüne baktığımızda aşağıda da anlatmaya çalışacağım gibi, Erhürman, bugün CTP’nin içinden geçeceği süreci 2009 yılında yazmıştı. Fakat bir şeyi atlayarak. Yazdığı kehanet, bizzat kendi başkanlığı döneminde gerçekleşmekte.
Bu yazının esas gailesine geçmeden önce, yine Erhürman’ın 12.7.2009 tarihli “CTP’de neler oluyor – Bir anlama ve açıklama denemesi” yazısından dikkat çekici bir noktaya değinelim.
Erhürman, söz konusu makalesinde CTP’nin 22. Kurultay’ının ardından seçilen yeni yönetime seslenerek, önlerinde duran görevleri sıralamakta. Üçüncü ve sonuncu görevde Erhürman şöyle yazmakta:
“Parti sol kimliğini koruyacaksa, sosyalizmin ve federalizmin tartışmalardaki belirleyici rolü özenle korunmalıdır. Unutulmamalıdır ki, Parti’nin politikalarının liberal ve/veya konfederasyoncu kanadı temsil eden bileşenlerce belirlendiği noktada, CTP’nin sol siyasi kimliğinin yitirmesi kaçınılmaz olacaktır.” (a.g.e. syf 210)
2009 yılında yazılan bu satırları tam 10 yıl sonra 2019 yılında, CTP’nin federasyon söyleminin tartışıldığı bir dönemde okumak açıkçası manidar kaçmakta.
CTP’nin sol bir parti olup olmadığı tartışması artık eskimiş bir tartışma. Sol bir parti olmadığı kesin. Fakat bu onu sağ bir parti de yapmamakta. Merkezde duran, hem içindeki dengelere hem de nesnel koşullara bağlı olarak liberalizm ile merkez sol arasında gidip gelen bir kitle partisi tanımını yapmak en doğrusu olacaktır. Fakat Erhürman’ın da bundan 10 yıl önce belirttiği gibi “hakim sınıfların” veya ‘hakim egemenlik ilişkilerinin’ tahakkümü altına girdikçe, siyasi kimlik yitimi daha da hızlanmaktadır. Bu kimlik yitimine, günümüzde her alanda yaşanan apolitikleşme ve niteliksizleşme dalgasını da eklemekte fayda var.
Bugün CTP için ‘siyasi kimlik yitimi’nin belki de artık son aşamasına gelindiği bir süreci yaşadığını ifade edebiliriz.
Partiler içerisinde siyaset tartışmasının yerini, paylaşılan selfilerin aldığı; içi boşalan sloganların yerini apolitik ve içeriği doldurulmamış sosyal medya çalışmalarının aldığı; beyin fırtınalarının ve tartışmaların yerine ruhsuz gülümsemelerin ve ‘like’ların ikame edildiği bir dönemde belki de bu ‘siyasi kimlik yitimi’ bir nevi CTP’ye dair değil, toplumun genelini kapsayan, politikayı da aşan ontolojik bir vakadır.
Fakat CTP’ye dair olanı sadece bununla da sınırlı değildir.
Şimdi esas gailemize ve yazının başlığı ile de alakalı bölüme gelebiliriz.
CTP’nin yeni fay hattı
CTP ile ilgili son dönemde sol kesimlerde iki temel eleştiri ve rahatsızlık noktası var.
Bunlardan ilki federasyon konusunda yeteri kadar irade ortaya koymaması, Erhürman’ın sadece Kıbrıslı Rum lider Anastasiadis’i eleştirmesi ve federasyon tezine dair CTP içinden de farklı seslerin (Erhürman’ın 2009 yılında bahsettiği konfederasyoncu kanadı temsil eden bileşenler) yükseliyor oluşu ve Erhürman’ın özellikle hükümet döneminden başlayarak sürekli dillendirdiği KKTC vurgusu.
Bir diğer rahatsızlık noktası ise, özellikle Erhürman’ın Türkiye ile ilişkilerde tutunduğu tavır ve kendisini sürekli olarak TC yetkililerine kanıtlama çabası.
Her iki mesele ve söylem kalıbı da Erhürman’ın çizmeye çalıştığı siyasi hatta gelişmekte. Bu hat şu an yürünebilecek bir yol değil, aktif bir fay hattına benzemekte. CTP içindeki yeni tartışmalar ve gerilimler de bu fay hattında cereyan etmekte. Bunun net tanımını yazmak henüz erken fakat bunlara biraz daha ayrıntılı bakalım.
- CTP’nin rotası Federasyon mu yeni KKTC mi?
Tabii ki bu sorunun cevabını vermek mümkün değil? Buraya kadar okuyup da vazgeçmeyenlerin içi rahat olsun. “CTP yeni KKTC’cidir” demiyorum, diyemeyiz de. Fakat artık öyle kolay kolay “CTP federasyon konusunda çok nettir” de diyemeyeceğimiz bir sürece giriyoruz. Ayrıntıya girmeden 2009 yılında Erhürman ne demişti tekrar hatırlayalım. Ama bu kez cümlenin negatif anlamına odaklanarak:
“Parti sol kimliğini koruyacaksa, sosyalizmin ve federalizmin tartışmalardaki belirleyici rolü özenle korunmalıdır. Unutulmamalıdır ki, Parti’nin politikalarının liberal ve/veya konfederasyoncu kanadı temsil eden bileşenlerce belirlendiği noktada, CTP’nin sol siyasi kimliğinin yitirmesi kaçınılmaz olacaktır.”
Tabii CTP’nin sol siyasi kimliği sadece federasyon meselesinden değil, ekonomiden tutun da sosyal alanda izlediği politikalara kadar pek çok noktada yitime uğradı. Fakat burada artık, iç siyasette CTP’nin yaşadığı eksen kaymasının dışında Kıbrıs sorununda da sol düşünce ile içselleşmiş federasyon meselesine dair de yeni bir eksen kayması başladığını gözlemleyebiliriz.
Buradan sakın “CTP federasyondan vazgeçiyor” sonucu çıkması. Bu oldukça indirgemeci olur. Fakat Erhürman’ın özellikle hükümet döneminde sık sık dillendirdiği KKTC vurgusu, devlete atfettiği önemin gün yüzüne çıkartması, sürekli başarı hikayeleri arayarak Kıbrıslı Türk halkına dair özgüven yükseltme çabası, ‘biz halkız, başarırız’ gibi sloganlarla aidiyet duygusunu canlandırmaya dair adımları, Kıbrıs’ın kuzeyinde tasarlanması arzulanan bir sürece gönderme yapmakta. Dolayısıyla CTP liderliği ve Erhürman bir süredir, motivasyonunu Kıbrıs Sorununun çözümü veya federasyon üzerinden değil, Kıbrıs’ın kuzeyine dair nasıl bir yapı oluşturulmalı sorusu doğrultusunda geliştirmektedir.
Dürüst olacağım, bunu yadırgamıyorum. Cranst Montana süreci çöktükten sonra yazdığım değerlendirme yazısında da aslında tam da bundan bahsetmekteyim. Dileyen buradan yazıya göz atabilir.
Fakat benim yadırgadığım, bu nesnel koşulların değişmesiyle gelişen bu sürecin ve yeni siyaset arayışının yanlış adreslere çıkması, hali hazırda egemen güç ilişkileri içerisinde belirlenmesi ve tam da milliyetçi/ulusalcı zeminin güçlenmesine sebebiyet verecek olmasıdır.
Kıbrıs’ın kuzeyinde siyaset yapma alışkanlıkları ya dogmalara sığınıp oradan doğru bildiğini bağırmak üzerine ya da zeminsiz bir politik atmosferde içi boş sloganlar atamak ile gerçekleşiyor.
CTP’nin odak noktasının Kıbrıs’ın kuzeyine dair nasıl bir yapı oluşturulmalı sorusu doğrultusuna kaymasını anlayabilmek için, federasyon zemininin aldığı yaraları kabul etmek ve bunlarla yüzleşmek gerekmekte. Kıbrıs için ideal çözüm elbette federasyondur. Fakat bunun 50 yıldır denenen yöntemlerle olmayacağı, olacaksa bile zorlama bir federasyon olacağı da ortadadır.
Sol pek çok noktada paradigmasını kaybederken, Kıbrıs Sorunu noktasında da kaybetmektedir. Çünkü artık liderlere destek söylemi, kapsamlı çözüm veya devlet odaklı federasyon düşüncesi geleneksel sol paradigmayı besleyemiyor. Belki de geleneksel sol paradigma artık çöktüğü için federasyon inşası sürecinde işlevsel olamıyor. Fakat bir gerçek var ki, belirsizliğin ve çözümsüzlüğün hüküm sürdüğü koşullarda ve bunları dönüştürecek potansiyelden aciz olduğumuz noktada, insanlar, toplumlar, siyasi partiler ve yapılar hayatlarını bir şekilde sürdürmek ve koşulların yarattığı yeni ihtiyaçlara cevaplar üretmek zorundalar.
Hep beraber federasyonu savunduğumuz arkadaşlar gücenmesinler ama sürekli olarak aynı ezberleri tekrarladığımız zaman, o tekrarladığımız şey hayat bulacak diye bir şey yoktur. Kıbrıs Sorunu odaklı sol siyaset, bugüne kadar yorgunluk, yıkım ve hayal kırıklıklarından başka bir şey getirmedi. Mesele artık federasyon tezini elit siyasetçilerin egemenliğinden kurtaracak olan yeni bir sol paradigma yaratma meselesidir. Ama bunu yaparken de tüm varlığını Kıbrıs Sorunu koşuluna da bağlamayan; Kıbrıs sorununun çözülmediği durumda ne tür bir politika ve hat izleneceğini de çizen bir paradigma yaratılmalı.
Konumuza gelecek olursak, açıkçası CTP’nin yaşadığı bu eksen kaymasında çözümsüzlük faktörün rolünün belirleyici olduğunu düşünmekteyim. Özellikle de Crans Montana’dan sonra gelişen süreç… Ve bu durum aynı zamanda HP’nin de pozisyonunu açıklamakta. Zaten burada sıkıntılı olan mesele de CTP’nin bu bağlam içerisinde gittikçe HP’nin ilk dönemlerine, Erhürman’ın söyleminin de gittikçe Özersay’ın ilk parladığı dönemlerdeki söylemine benzemeye başlamasıdır.
Bunu biraz daha açmak gerekirse, CTP liderliği ve Erhürman, çözümsüzlüğün hakim olduğu şartlarda, Kıbrıs’ın kuzeyine dair politika çizerken, bunu gittikçe devletçi, liberal ve Kıbrıs’ın kuzeyinde sanki ‘olağan üstü şartlar’ yokmuş gibi yapmakta. Kısacası CTP liderliği ve Erhürman, Kıbrıs’ın kuzeyine dair politika oluştururken, sınırını KKTC’nin varlığından kaynaklı sınırlarla belirlemekte; bir zamanlar sıklıkla dillendirdiği fakat uzun bir süredir de lügatından çıkarttığı ‘vesayet’ düzeninin sınırlarını kendi politikasının da sınırları olarak kabul etmektedir.
Ne acıdır ki, çözümden ve federasyondan uzaklaşıldığı oranda, CTP liderliği de KKTC’ye sarılmaktadır. Fakat sağ partilerin yaptığı gibi değil. Yeni bir KKTC tahayyülü ile bunu yapmaktadır. Ayakları üzerinde duran, kendi kendine yeten ve sürdürülebilir bir ekonomisi olan bir KKTC! Aynı zamanda ‘çalışır yaparız’, ‘biz halkız, başarırız’ veya ‘toplumsal seferberlik’ gibi halk vurgusu yüksek ulusal bir tandans ile bu yapılmakta.
Tüm bu söylem pratiği geliştirilirken ise Erhürman’ın 10 yıl önceki deyimiyle ‘vesayet’ düzeninin sınırları kabul edilmekte, bu sınırlar ve zemin içerisinde dar alanda kısa paslaşmaların ötesine geçemeyen bir hakikat inkarı da örgütlenmekte. Kıbrıs’ın kuzeyindeki tahakküm ilişkileri, hem kültürel hem de politik hegemonya ve iktidar ilişkileri yokmuş gibi politika üretilmesi makul siyasetin iki ayağından biridir. Erhürman da, sınırları iktidar ve tahakküm ilişkileri tarafından belirlenmiş bir politik aurada siyaset yapmakta ve bununla da barışık olmaktan rahatsızlık duymamaktadır. Bu onu makul adam yapmakta. Çünkü o, iktidar aklının, veya onun deyimiyle, ‘vesayet’ aklının sınırlarını aşmamakta, buna uyum göstermekte ve muhalefeti de makulleştirmektedir. Halbuki böyle bir politik aura sadece ve sadece içinde oksijen kalmayan bir fanustan başka bir şey olamaz.
Özetleyecek olursak, CTP’nin yeni rotası federasyonu da reddetmeden yeni KKTC için çalışmak olduğu gözükmekte. CTP’nin tercihi, Kıbrıs’ın kuzeyindeki olağan üstü halin sınırlarını zorlamak ve yeni hakikat süreçleri yaratmaktansa; devlete dayanarak yalandan da olsa yeni bir KKTC kurma, bir halk inşası başlatma yönündedir.
2. Türkiye ile ilişkilerde kendini ispatlama çabası
“Bu ara başlık biraz abartılı olmadı mı?” diye sorunlar olabilir. Kesinlikle abartılı bulmuyorum. Eğer Erhürman’ın özellikle hükümet döneminden beridir izlediği politikayı ve Türkiye ile ilişkilerdeki tutumunu yakından takip etmişseniz, bunun da abartılı bir ara başlık olmadığına kanaat getirebilirsiniz.
Erhürman’ın tam da bir üstteki ara başlıkta açıklamaya çalıştığım siyasal hattı onu otomatik olarak Türkiye ile ilişkilerde de ‘makul adam’ veya ‘uslu çocuk’ olmasını sağlıyor.
Hükümet döneminin en başından, özellikle de Afrika ve Meclis olaylarından itibaren başlayan suskunluk, ‘yasaklı kitap’ meselesi, Çavuşoğlu’nun Ada’ya her gelişinde verdiği ayarlar, AKP hükümetinin Kıbrıs’ın kuzeyine dair çıkışlarına kadar uzandı.
AKP tarafından buraya gönderilen Vakıflar İdaresi yöneticilerine dair olumlayıcı tutum, sendikaların ara bölge toplantısında Türkiye’ye dair hayatın içerisinde dahi hissedilen tespitlerin Erhürman tarafından reddedilmesi… Akdeniz’deki gerginlik meselesinde doğal gazdan taraf olunarak, Türkiye odaklı ulusal çıkarlar pozisyonunun benimsenmesi, konfederasyon tartışmalarında Türkiye’ye cevap verilememesi, hükümet düştükten sonra dahi Çavuşoğlu’nun çıkışlarının suskunlukla karşılanması…
Tam bir aşağıdan federasyon süreci olan Niyazi Kızılyürek adaylığında ve sonrasında CTP liderliğinden ‘tık’ bile çıkmamasını ise özel olarak belirtmeye gerek dahi yok…
Tüm bunlar ve daha fazlası Erhürman’ın benimsediği politik bağlam içerisinde uyması gereken, yerine getirmesi şart olan veya belki de kendisi içten bir şekilde arzu edilen politik tercihler oldu. Ve hala olmakta.
Bu tercih aslında bir nevi kabul edilme çabasından kaynaklanmakta. Erhürman, Kıbrıs’ın kuzeyinde siyaset yapacaksa, bu mutlak suretle Türkiye tarafından da kabul edilebilir bir siyaset pratiği olması gerektiğini iyi bilmekte. Bunu açık açık o da söylüyor.
Fakat bir şeyi atlıyor veya atlamamızı istiyor. Biri ile işbirliği yapmak demek onun çizdiği sınırlar içinde, onun yarattığı bağlam içinde veya onun kurallarına bağlı kalmak demek değildir. Burada yaşanan şey tam da budur. Birinin aktif ve belirleyici, diğerinin pasif ve belirlenen olduğu; hem asimetrik hem de bundan dolayı bir tahakküm ilişkisinin tam kendisi. Ve Erhürman bu ilişkisizlik bağlamı içerisinde tek yaptığı, kendisini kabul ettirebilmek, Türkiye yetkililerini güven verebilmek, “ben de varım” demek!
İşin bir başka trajik boyutu, bu ilişki eşitsiz bir zeminde ve karakterde gelişirken, Erhürman’ın AKP’nin Kıbrıs’ın kuzeyine dair çıkışlarına sessiz kalırken, Anastasiadis’e karşı gayet konuşkan ve aktif olmasıdır. Anastasiadis’e yönelik neredeyse Mevlüt Çavuşoğlu’nun ağzından çıktığını zannedeceğimiz “siyasi eşitlik” vurgulu açıklamaları sık sık yapan Erhürman, her ne hikmetse, söz konusu siyasi eşitlik Türkiye ile ilişkilere geldiğinde sessizliğe gömülmesini iyi becermekte.
Bu sessizliğin sadece Türkiye ile ilişkilerde değil, aynı zamanda askeri mühimmat deposu patlamasında veya yasaklı kitap baskınında da hüküm sürebildiğini bizzat yaşararak gördük.
Bu noktaya dayanarak bazı kesimler Erhürman’ın önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKP’nin adayı olduğu yönünde ifadeler de kullanmakta. “Erhürman, AKP’nin adayıdır” demenin kolaycı ve sığ bir ifade olduğunu düşünmekteyim. Yukarda yazılanlardan da böyle bir sonuç çıkmamalı. Fakat bu demek değildir ki, ‘Erhürman, AKP ile uyum içerisinde olmayacak!’ Tabii ki olacak. Erhürman’ın da çabasının bu yönde olduğu aşikar iken, kim kimin adayıdır tartışması değil, ‘kim AKP’nin politikalarıyla uyum içinde olacak’ tartışmadır önemli olan. Çünkü bilindiği gibi ‘uyum’ kelimesi arıza çıkartmadan uymak, uyum göstermek, yatkın olmak anlamındadır. Erhürman pek çok suskunluk performansında ve fotoğraf karelerinde bu uyumun güvencesini vermeye çalışmakta. Bundan dolayı seçimlerde AKP adayı olup olmaması o kadar da önemli değil!
İşte makullüğün ikinci ayağı da Türkiye ile ilişkilerde takınılan ‘uyum’ ilkesi. Yukarıda ifade etmeye çalıştığım Kıbrıs’ın kuzeyindeki ‘olağan üstü’ koşulları normalmiş gibi kabul edip çizilen sınırlar içerisinde siyaset yapmanın sonucu belki de bu olsa gerek.
Erhürman’ın AKP yetkililerine dair geliştirdiği kendisini ispatlama ve kabul etme çabası bugün bire bir Kıbrıs konusunda da kendisini hissettirmekte; kültürel, ekonomik ve sosyal alanda yaşanan ve Kıbrıslı Türklerin aleyhine işleyen süreçlerde de hissedilmekte.
Ama dahası da var. Bir kitle partisi olarak CTP’nin de politika geliştirme sınırlarını yeniden şekillendirmekte. Çünkü olağan üstü halde egemenin çektiği sınırları, kendi varlığının sınırları olarak benimsemek ve ötesini tahayyül edememek, günün sonunda sadece bir çeşit siyasi kimlik yitimi değil aynı zamanda körelme ve ontolojik potansiyelinin yitimine de neden olur. CTP’deki sorun da kişiler arasındaki çekişmeler veya politika yitiminden ziyade, işte bu varoluşsal sıkıntıdır.
Makul adam veya Erhürman’ın sağ ayağı
Tufan Erhürman, makul adam olarak, egemenin aklının sınırları ve ideolojik atmosferinde yer etmek; yer ederken de Kıbrıs’ın kuzeyindeki yapıya dair küçük dokunuşlar yapmak istemekte. Herkes hem fikir ki, KKTC denen bu ceberut yapı artık limitini doldurdu. Eğer çözüm olamıyorsa bu yapının değişip dönüşmesi lazım. Çözüm olmadığı koşullardaki tartışma ve bundan sonraki süreç de bu zeminde şekillenecek. Mesele bu zeminde söz söylerken nasıl ve neden söz söylendiği. Yeni bir ulus devlet yapısı için mi yoksa çözüme giden yolda yeni bir geçiş süreci tasarlamak için mi? Milliyetçi ve ulusal aynı zamanda da İslamcı bir noktadan mı yoksa, seküler ve özgürlükçü bir hat mı izleyeceği; neoliberal politikaların uygulayıcısı olacağı bir noktadan mı yoksa sosyal adalet, eşitlik ve toplumsal dayanışma noktasında mı yeni sürece müdahil olunacağı? Federasyonu savunan solcular bu değişen zeminin idrakına varamadığı ve yeni bir paradigma, yeni enstürmanlar geliştiremediği sürece, bu zemin milliyetçilerin ve konfederasyoncuların at koşturacakları bir zemin olacak.
İşte Erhüman’ın sağ ayağı bu zeminde artık. Sol ayağı da federasyon zemininde. Fakat sık sık sol ayağının federasyon zemininde olduğunu unutuyor veya unuturmuş gibi yapıyor. Çünkü sağ ayağının bastığı yerde daha rahat söz söyleyebiliyor, daha rahat ilişkiler kurabiliyor, daha somut şeyler yapabiliyor. Fakat bunu da gittikçe sağa kayarak yapıyor. Son iki haftadır Kurultay propagandası için defalarda federasyon kelimesini kullandığına bakmayın. Son bir yıl içindeki suskunluk ve KKTC vurgusunu hatırlayın.
Erhürman, artık bir ‘makul adam’ olarak demokratik karakterini koruyor; kendisine atfedilen temiz, iyi adam, çalışkan çocuk, akademisyen nitelemelerini de apolitikleşen toplumsal atmosferde moral bir üstünlük olarak kullanıyor. Fakat ideolojik ve politik olarak verili koşullar ile barışık, kendi tabiri ile ‘vesayet rejimiyle’ uyum içinde bir evlilik sürdürmeyi tercih ediyor.
Makul olmak demek sadece akla yatkın, uygun olan anlamına gelmiyor. Aynı zamanda, egemen aklın kabul edebileceği, iktidar için benimsenebilen, ehlileşmiş ve zararsız olan anlamındadır da. Bunun bedeli ve verilecek tavizler neler olacak, yaşayıp göreceğiz. (Su meselesi bunlardan biriydi mesela!)
Fakat tüm bunların sol adına olmadığı ve olmayacağı, solun ise kendisini yeni şekillenen zeminden uzak tuttuğu sürece Erhürman’ın sağ ayağının daha da güçleneceğini kestirebilmek güç değil!