Gonca, düşçü ve inançlı bir kadındı.
Fundalıklara yaklaştıkça sanki uyarırcasına “Rrab, klong” diye bağırıyor. İki insan kolu kanatlarını açarak, toprak yolda yürürken üzerimizde uçuyor, kafamı kaldırınca kama gibi kuyruğunu görebiliyordum.
Muhtemel elimdeki kum saatinin sedef kakmalı beyaz kaidesi dikkatlerini çekmiş; Aralarından bir gayretsiz belki de onları yönetiyor, yan yana dursak neredeyse gagası baldırlarıma gelecek kadar büyük, güneşin alnında kapkara gövdesiyle üzüm bağının beton çıtasına tünmüş, kurnaz aklıyla bekliyor, belli ki kuzgunların arasında en yaşlıları oydu.
Kollarım ve yüzüm sıcaktan yapış yapış olmuş, bütün sıcağı iki omzumun içinden göğsüme kadar hissediyor, bağ evine yaklaştıkça hızlanıyor, altımıza yapacak gibi bacaklarımızı birbirine kıstırıp hızlı adımlarla yürüyorduk.
Şüphesiz tarihin en gösterişsiz, bir o kadar zarif, aynı zamanda kum saati ile benzeşen vücudu Sophia Loren’e aitti.
En dertlisiyse, bir o kadar aklını kum saati kadar kurmuş, ceplerini doldurduğu taşlarla, 41 Mart’ının son Cuma’sında, “Ouse” nehrinin serin sularına kendini bırakarak intihar etmiş Virginia Woolf’du.
Gonca’yla bütün yol kum saatinin dua için bulunduğuyla, İtalyanların sevişmek için bulduğu iddiasına sıkışarak, inadıyla tartışmış; Gonca bir papaz bulduğuna göre ibadet zamanı olduğunu, bense İtalyanların tahıl ambarlarıyla yatak odalarını ayırınca, daha çok aşk yaşayacak zamana kavuştuğunu, çocukların da odasını ayıran köylü sınıfının, sevişmek için kum saatini bir zaman aracı olarak değil, bir aşk aracı olarak kullandığı iddiasında bulunuyor, tartışmanın harareti sıcağın hararetini düşürüyor, bütün yol zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor, Gonca tartışmanın sonunda beni yine çok bilmiş ilan ediyordu.
Akşamüstü güneşi gittikçe üzerimizden kayboluyor, tertemiz, taş duvarlı, kireç beyazdan boyalı, bir o kadar eski bağ evinin kapısından içeri girince, yüzümüze üfürülmüş gibi bir serinlik kısa zamanda yorgunluğumuzu unutturmuş, Gonca hemen soluk mavi üzerine ince gri desenli, çıplak döşek üzerine serili vermişti.
Gonca ürkek ve tereddütlü bir kadındı.
Nedense Gonca kendini, beni umursamamaya adamışçasına ilgisiz olmasına rağmen, bütün zamanımızı bu evde geçirir olmuştuk. İlk defa bir kış günü bu eve gelmiş, gittikçe görkemsiz bir aşktan ziyade, görkemli bir tutkunun peşine düşmüştük. Ben bütün kimliklerimden sıyrıldıkça, o bütün kadınlığının ardından başka bir kadın çıkarıyor; müzikle ayrı birini, sarhoşken ayrı birini, içine kapandığında ayrı birini sıyırıyor. Yırtmacından gözüken güçlü baldırları, gömlek elbisesinin üzerine dökülen kahverengi saçlarını okşarken, gözüm toka detaylı ince kahverengi kemerine takılıyordu. Omuzlarını sıyırdıkça, halter yaka fitilli beyaz atletinden nergis kokusu burnuma vuruyor. Gözlerine baktıkça daha bir ürkekleşiyor, önce boynunda dudaklarımı gezdirmeye başlamış, sırtını göğsüme doğru sertçe çevirip, yaslayıp, bir çırpıda kemerini çözüvermiştim. Bir yandan otların arasından çısırtılar geliyor, belki de bir yılandı. Diğer yandan nefesi sanki; acaba kaç kez sevişirsek beni kaybedeceğini düşünürcesine tereddütlü titriyordu. Avuçlarımız taş evin serinliğinde bile terlemiş. Ben bacakları ile kavuşmayı hayal ederken, o sanki altı ay sonramızı hayal ediyordu. Sesimiz fundalıklardaki kuzgun seslerini bastırıyor, gözüm kurduğum kum saatinin zamanına takılırken, elini pencerenin pervazına sertçe dayamasıyla, tekrardan dikkatimi topluyordum. Kaçan bir kadının peşine düşmek, beni artık nerelere sürükleyecek bilmiyorum ama. Benim kendimden bile kaçışımın arasındaki ilişkiyi düşününce, bütün yollar ikimizin bağ evine kaçışına çıkıyordu. Yollar terli, yollarımız tarla, onun yolları desenli özenli, benim yollarım itaatsiz, yollar kuzgun, yollar aptal, yollarda ihtimam, onun yolları virane, benimki kuşkulu küskün. O yollarda kaybolmuş, ben yollara hasret. Kimi yollarımız güneşin altında üzüm, onun yaprakları sararmış. Onun yolları susuz, benim yollarım hep Goncaya çıkıyor. O bazen yoldan çıkmış, yollarımız bostan korkuluğu. Soğuk terli vücudunda parmaklarımı gezdiriyor, yavaş yavaş nefesimi dindiriyor. O biraz küskünlüklerimizi düşündükçe. Derken sigaramı, ceviz kaplaması desenli, kenarlarındaki alüminyumları yamulmuş masanın üzerinde sararken, Gonca duştan çıkmış bacaklarını kremliyordu. Gece geldikçe böcekler uyanıyor, hayatın sesi kısıldıkça doğanın sesi fark ediliyor. Rakıyı masaya deviriyor, ayı daha belirgin görüyor, bugün bu evde sadece bir günü değil birbirimizi zamana kaydediyorduk. Gonca bir kadından öte, tıpkı diğer kadınlar gibi başka kadınlara benzemeyi sevmeyen, birbirimize benzedikçe benden etkilenmiş, tıpkı eski sevgilileri gibi bugün bana değil, yüreğini dindirecek omuzlara hapis olmuştu.