Yaşadığımız yerde, rahatsız olacak çok mesele var. Birçok konudan rahatsız olup, birçok konuya farklı biçimlerde tepki verdiğimizden, tek bir konu üzerinden uzlaşmış bir insan kitlesinin tesadüfi olarak ifadelerini birleştirdiği durumlara alışık değiliz.
Uzun zamandır kamu yönetimi konusunda açık bir zafiyet yaşanmasına rağmen, yeni isimler, yeni partiler ortaya atıldı. Bunların dertlere çare olacağı söylendi. Eski yapıya, yeni süsü vermek için dört partili koalisyon ardından da en eskiyle en yeninin buluştuğu bir koalisyon kuruldu. Yine de sorunların çözümü noktasında, eski ile yeni arasında bir fark görülemedi. Cilalanmış siyasi parti liderleri söz ve eylemlerinde buluşamadı.
Kamu kaynaklarının idaresi uzun zamandır toplumun lehine gelişmedi. Kamuda örgütlü sendikalar, kendi küçük sürer durumlarını korudu, iş ve ekonomi örgütleri aynı şekilde ücretli çalışanlarına “ha gayret” derken, onların ekonomik ve sosyal gelişimine katkı sağlayacak düzenlemelere ön ayak olmadı. Sektörel örgütlenmeye ve sektörel kurallar ve standartlar oluşmasına yönelik haklarını görmezden geldi.
Açıkça, kuzey Kıbrıs tipi kapitalizmin ana paradigmasının sürdürülemez olduğuna dair refleksin yaşanacağı bir noktaya yaklaşıyoruz.
Eylemlere rağmen vekiller bildiklerini aynı şekilde okumaya devam edebilir. Bakanlar zam yaparak bütçe denkleştirmeye devam edebilir. Türkiye’den sağlanmayan kaynağın, sağlanması için Çarşamba günü eylem yapan kalabalık örnek gösterilebilir. Kurulu düzen devam etsin, herkes “hak ettiğine inandığı” makamı işgal etmeye devam edebilsin diye.
Bir sosyal medya grubu sürer durumu değiştirecek etkiye sahip olabilir mi?
Bir ifadeden ibaret olan bu insanlar bu ülkede birşeyleri değiştirebilir mi?
30 bin kişinin istihdam edilerek bizi yönetmesi gerektiği varsayılan “makinenin” bunu başaramadığını düşününce, 2 saatlik barışçıl bir eylemin bunu çözeceğini de beklemiyorum. Ancak ortaya çıkan bu ifadenin siyasiler için işlerine odaklanıp sonuç üretmeleri için önemli bir mesaj olacağına inanıyorum.
Ortaya çıkan bu inisiyatifin, siyasi eksiklikleri olduğu ortaya konuluyor. En çok da solcu ağa babaları tarafından bu ifade paylaşılıyor. Bütün teorisi işçi ve emekçinin bilinçlenerek devrim yapması gerektiğini savunan bir anlayış, günümüz emekçi sınıfının eksikliklerine dair kendinde pay aramak yerine, sıradan insanları suçlamayı seçmesini anlamakta zorlanıyorum.
Bir önceki yazıda, meselenin ekonomi politiğine dair bir şeyler karalamıştım. O yüzden tekrar etmek yerine, bu konu ile ilgili bir iki noktayı vurgulamakta yarar var.
- Kıbrıslı Türk ahalisi Annan Planı sürecinden beri belli dönemlerde sokağa çıkıp, kaç kişi kaldığını kontrol etme davranışını geliştirmiştir. Cemaatin yok oluşu üzerine sürdürülen kaygıya karşı, siyasi olarak ciddiye değer bir alanı var mı diye diş göstermeyi sever. Eylemi yapar oradan fotoğraflarını paylaşır.
- Ahali trafik ve yollar konusunda hassastır. Çünkü emeği ile yarattığı değerin çok ciddi bölümünü arabasına benzin, arabanın harçları ve araba taksiti olarak ödemiştir. Hayatının önemli bölümünü bu maliyetlere harcayan bir topluluğun, iklim krizinden çok bu konuya kafa takmış olması normaldir.
- Yol kazalarında ölümler yaşanmakta, ancak bunlara dair tedbirler alınmamaktadır. Bu kadar hayatını bağımlı kıldığı bir konunun, hayatına sebep olması derin bir çelişkidir. Bu yüzden trafik kazalarına yönelik algısı açık, bu konuda tedbirler alınmasına yönelik tavrı nettir.
- Bütün bunlara rağmen, kendi iradesinin, kendini yönetmekle muktedir olan yöneticiler tarafından ciddiye alınmadığını görmektedir. Ödediği paranın, amacına yönelik harcanmadığını bu yüzden de yaşadığı çelişkinin giderilemediğini görmektedir.
- Ortalama Kıbrıslı Türk ahalisi için işte bu çelişkinin sonlanması meseleyi çözecektir. Ancak bu çelişkinin sonlanması için kktc’de kurulmuş paradigmanın değişmesi gerekmektedir. Oysa ki bu paradigmanın oluşmasını sağlayan ve sürdürenler arasında rol oynayan siyasi sermaye o kadar yüksektir ki, bu konuda herkes çekingen davranmaktadır.
Hal böyle olunca da halkın sorumluluğu kime yükleyeceği ile ilgili bir noktaya ulaşılmaktadır. Ulaştırma bakanına mı, Maliye Bakanına mı yoksa Başbakandan mı şikayetçi olmak gerekmektedir ? Yeni kurulan siyasi partilerden mi, yoksa eski siyasi partilerden mi şikayet edilmelidir ? Bu kilidi bozmayan sendikalara mı, yoksullaşmaya sebep olan bu ekonomi politikalarını gönülden destekleyen ekonomik örgütlere mi sorumluluk yüklenmelidir?
Belki de, bu kitlenin evrildiği en önemli nokta işte bu konuda dar bir günü kurtarma refleksine sahip olmamasıdır. Grupta karşılaştığım yorumlardan benim kavrayabildiğim en önemli mesaj, geçtiğimiz aylarda Lübnan’da yaşananlara benzer bir anlayışın evrilmesi ile ilgilidir. Yani, belli bir sorumlu aramıyoruz. Geleneksel biçimde suçu birine yükleme arayışında değiliz.
Lübnan’da ayaklanmalar yaşandığında ortaya konulan slogan ‘Kullun yani Kullun’şeklindeydi. Türkçesi “Hepiniz, yani Hepiniz!”
Kişisel fikrim, gelinen koşullarda, sloganın gelişen bu dalgayı bir arada tutmaya yardımcı olabileceği şeklindedir.