Size anlatacağım hikâye aramızda kalsın. İki kuşun, samimi, özgür hikâyesini anlatmayacağım. Zaten birilerine anlatacağınızı da zannetmem. Çünkü biraz, yaralayıcı olacak. Bir belgesel olmadığı da kesin olan bu hikâye, yaralı angut kuşu gibi son nefesini verene kadar, eşinin başında beklediği, saf ve vefalı bir aşk hikâyesini de anlatmıyor. Belki biraz, sevgiyle anılan bir yüksek mahkeme başkanını ya da ömrünü haksızlığı kovalamaya, zayıfları korumaya adamış bir insanın hikâyesine benziyor olabilir. Yok yok… Mangrov su da bir yaşam tanesi. Aslında benim kaygım, büyük bir zevkle öldürmenin, kavrayıcı oluşu. Zannetmeyin ki bu istenç bitecek, gerçi bitebilir de. Kendinize itiraf edebilecek misiniz, onu bilmiyorum? Hikâyeye her şeyin başladığı o yerden, ilk kim yıkıldı, ilk kim kendinden çok verdi, kimin göğüs kafesine sıkışıp kaldığını belki başında öğrenebileceksiniz fakat ilk kimin kazanacağını sonunda anlayabilecek misiniz bilmiyorum? Çünkü bu savaş benim hayatımı allak bullak etti. O güne gidelim, en heyecanlı güne…
Tuzlu bataklıkların çamurlu kıyılarına, gel git havzalarındaki köklerin, iğ biçimli açıklıklarından, odunsu mangrov bitkisi fidelendikçe, yengeçlerin iştahı kabarıyor, köklerinin tortusunda, ıstakoz ve karidesleri yaşatıyordu. Suyun içine doğru eteklenen, karışık köklere sakin bakınca, aslında sert al tabakasına tutunmaya çalışan, hiçte karışık olmayan köklerin arasından, kaya midyelerini görebiliyordum.
Tıpkı çevreleri ile uyuşamayan insanların tabiata açıldığı gibi, dağlarla, taşlarla konuşur, hayvanlarla dost olmuştum. Karşılık görmeyen sevgim ve yalnızlığım, beni Tanrı’ya ve tabiata itmiş, kırmızı rujlarımı geride bırakmıştım.
Uzun bir makas gibi gagası grimsi; sivri ucuna doğru siyah, ince uzun tüyleri başından boynuna doğru morumsu, göğsünden kanatlarına indikçe küllü, kanatlarından sırtına doğru tüyleri küllü mavi, genç kuşlara göre erişkin, küçük mavi balıkçılların bacakları daha soluk renkliydi.
Meksika’dan Brezilya’ya, oradan da Peru’ya, o kadar yolu açık mavi renkli birkaç yumurta fotoğrafı çekmek ve Kayık Gagalı Balıkçıllar ile Küçük Mavi Balıkçıllar arasındaki bitmek bilmez kıskançlık ve savaşa şahit olmak için gelmiştim.
Beni bir yandan kıskanıp diğer yandan güveniyorum demeleri, bana kavramsal bir uyumsuzluk gibi geliyor.
Uzun ibikleri, büyük ve kepçe biçimli gagası, sırtının üstü kara renkli, boğazından göğsüne doğru beyaz, kanatlarından sırtının alt tüylerine doğru gri tüyleriyle, Kayık Gagalı’yı sadece geceleri mangrov ağaçlarının üzerinde, yarı kolonisi ile birlikte görüyordum.
Bir başıma çıktığım bu yolda, üç senelik süreçte öyle şeyler yaşadım ki. Akıl Baba Yaylasına çıkıp, arkamı eski bir ağaca yaslayıp ormanı dinlerken, aklıma binlerce anı gelmişti. Hayatıma girenler, hayatımdan çıkanlar, Bana tıpkı eski bir ruha dayamış gibi hissettiren o meşe ağacı, bir sürü deneyim, tecrübe, acı-tatlı hatıralar. Hatalar, başarılar, zor günler, eğlenceli zamanları getirmişti gözümün önüne. Anlatacak çok şey var. Hayatın tadını yalnız da çıkarabileceğimizin peşinden gide gide, Peru’ya kadar gelmiştim.
Başarı dediğim şeyin, aslında başkalarının hayallerini gerçekleştirmek olduğu o günlere döndüğümde, ne kadarı başkasının ne kadarı benim çizdiğim yol diye sorarsanız, ne bir ayrım ne de bir birleşme olduğunun farkına vardım.
Aklıma Cem Mumcu’nun o sözleri gelmişti:
“Karşıma çıkan insanların iyi ve saf bir sevgiye sahip olduğunu düşündüğüm yaşlarım oldu. Vazgeçilmez bir tanrı olduğumu düşünerek birkaç yıl geçirdim. Bana zarar ve sıkıntı verdiğini düşündüğüm şeylerden uzaklaşınca, mutluluk ve huzuru bulaşacağımı söyleyen bir kuyuya düşmüştüm. İçimdeki karanlık benleri yok sayarak, karanlıklarıma ışık yakmaya çalışıyordum. Bütün bu karanlığı yaratan insani dürtülerimi, acılarımı, yaralarıma ışık yakmaya kalktıkça, kendi sonumu getirdiğimin farkına varamamıştım. Aslında özgürlük sorumluluk almakmış.”
Sıza sıza kanadım, oluk-oluk kanattım… Bütün o eksikliklerimle var olduğumu, ormandaki o eski ruha sırtımı dayayınca anladım. Dallarım bir gün çıkardı, kırık dallarım sakızlanır, hastalıklarım çimlenir, mevsimli mevsimsiz açabilirdim, bazen güzel kokar, bazen tozutabileceğimden artık emindim.
Hem karanlığa hem de aydınlığa ihtiyacım olduğunu, o eski ruhun gövdesine dayanınca öğrendim. Bütün gece korkunç orman diplerinde, dimdik öylece, sessiz, sakin, dingin, aydınlık bir sabahı korkmadan beklemek, bütün o yansımalar aslında bendim. Bana karanlığı ile iyi gelen insanlar oldu.
Uzun zamandan beri dün ilk kez erkek kardeşimle konuştum. Onunla konuşurken sanki Lefkoşa’nın dar sokaklarında geziyor, evimizdeki halıya ayak basıyor, burnuma güzel kokular geliyor, içimi ister istemez telaşsız bir tutku sarmıştı.
Bana askere gitmek istemediğini söyledi. O an düşündüm. Tanınmamış bir ülkede yaşamanın yarattığı dışlanmışlık aklıma geldi. Kapalı bir alanda, boş bir nöbet kulübesinde, gece, o sessizliğin içinde saatlerce beklemenin bir dışlanmışlık yarattığından emindim. Birbiriyle eşleşen bu iki dışlanmışlık, vaktini kovalayan bir mıknatıs gibi kavuşup, askerlik çağı gelince, sanırım onda bu etkiyi yaratmıştı.
Ben ise dışlanmışlıklarımla çoktan barışmıştım. Çok aceleci, sert olduğum kadar bir o kadar hızlı, sabırsız, karşımdakini anlamadan, onun verdiği mesajları bir kopma gibi algıladığım, ipleri kopardığım anlarımı hatırlayınca, telefonu kapatınca onları arayıp, buluşup, uzun uzun sohbet etmek, beraberliğin keyfiyle sarılmak, sanmak yerine, yanlış anladığım kelimeleri tekrar tekrar sormak istedim.
Döner dönmez küçük mavi balıkçılın küllü mavi tüyleri gibi bir elbise almak istiyorum. Bilinen tarihimi, talihimi dün bu telefon bozdu sanırım. Artık geri dönme vakti. Geri döner dönmez size, heyecanla beklediğim yeni başlangıcımı anlatacağım. Şimdi bir an önce hazırlanmalıyım, Tam 22 Kasım gününü anlatacaktım ki; telefon geldi işte. İçimin havuzuna sevinç bir anda gökten düşer gibi doluyor. Bu hızlı kararlarımın cefasını çektiğim sefasını da sürdüğüm günlerimi hatırlıyordum.
Şimdi yolculuk zamanı…
Devamı Haftaya…