Son zamanlarda en sık kullanıdğımız ve bu gidişle de kullanmaya devam edeceğimiz bir terim: Kriz.
Sanıldığı gibi kriz kelimesi ekonomik bir terim olarak ortaya çıkmadı. Fransızca crise kelimesine evrimleşen krisis, krit şeklindeki ilksel kullanımlar eski Yunanistan’da birer tıp kavramı olup ‘hastalığın dönüm noktası, hastalık hakkında verilecek karar’yargı anı anlamına gelmekteydi. Krit aynı zamanda yargılamak ve hüküm vermek anlamlarına da gelir. Krit sözcüğü aynı zamanda krino sözcüğünden türetilmiştir. Krino ise hüküm vermek, yargılamak veya iyiyi kötüden ayırmak gibi anlamları taşımaktıdır.
Yani krizin eski Yunandaki anlamı, içinde bulunulan durumdan ziyade, bu durumla ilgili karar anının verilmesine dair bir anlam taşır. Yani bir nevi hastalığın dönüm noktasında alınacak bir kararı, yargı ve hüküm anını imler. Bunun anlamı çok açıktır aslında, “artık eskisi gibi devam edilemez”, bundan dolayı bir karar verilmesi gerekmektedir.
Kriz sözcüğüne aynı zamanda ‘buhran’ da denilmektedir. Buhran kelimesi de krisis’te olduğu gibi bir hastalığın dönüm noktası anlamına gelir. Fakat Arapça kökenli olan buhran kelimesi aynı zamanda başka bir anlama daha gelir. Süryanicede bahrana kökünden gelen kelime ‘sınav, sınayış’anlamını da barındırmaktadır. Yani buhran/bahrana kelimesi sadece bir anın veya eşik durumunun değil aynı zamanda bizzat özen olarak yapacağınız fiillerin ve eylemlerin de sınanacağı bütünsel bir süreci tanımlar. Yani diyebiliriz ki kriz dediğimizde aslında, “artık eskisi gibi devam edilemez koşullarda iyiyi kötüden ayırtedileceği bir sınama/sınav sürecinde verilmesi gerken kararlardan”bahsetmekteyiz.
TDK sözlüğünde ise kriz ilk olarak, “bir organda birden bire ortaya çıkan fizyolojik bozukluk, akse” olarak tanımlanmakta. Ardından ise “bir kimsenin yaşamında görülen ruhsal bunalım, bir şeyin çok kıt bulunması durumu, bir şeye duyulan ani ve aşırı istek ve ekonomik çöküntü” olarak açıklanmaktadır.
Buna göre kriz, tıp dışında, psikolojik, bireysel, sosyal veya ekonomik olarak karşımıza çıkabilir.
Kelimenin ekonomi ile buluşması kuşkusuz kapitalizmin gelişim sürecinde ve Marx ile Engels’ın sermaye birikimi çalışmalarında gerçekleşir. Kısacası marksist kriz teorisinde, ekonomik krizler kapitalizme dışşal ve sonradan dahil olan rastgelişler veya kazalar değil, tam tersi bizzat kapitalizme içkin, kaçınılmaz kapitalist üretim ilişkilerinin işleyişinden kaynaklı krizlerdir. Yani krizin varlığı nihaidir. Krizin ortaya çıktığı, kendisini gösterdiği an ise kapitalist üretimin en belirgin şekilde ortaya çıktığı anlardır. Bundan dolayı da devrim kaçınılmazıdır. Yani artık eskisi gibi devam edilemez koşullarda iyiyi kötüden ayırt edecek kesim (işçi sınıfı) bir sınıma-sınav sürecine girecek ve kararı verecektir. Marksist kriz teorisinde karşımıza çıkan önemli unsurlardan biri bir öznenin açık ve seçik olarak varlığı ve tarihsel misyonudur: İşçi sınıfı! Burada bir çeşit ya/ya da ilişkisi söz konusudur. Kararı verecek olan işçi sınıfı ya artık eskisi gibi devam edilemez koşullara son verecek ya da bu sınma sürecinden başarısız bir şekilde çıkacak.
Bir diğer kriz tanımlanması da ekoloji alanında yapılmaktadır. Özellikel modernleşmenin başlangıcından bugüne gerek üretim ilişkileri, gerek teknoloji gerek insan faktörü gerekse de endüstriyel hayvancılık gibi pek çok nedene dayandırılan ekolojik kriz, kısaca dünyamızın artık yaşanamaz duruma geldiğini ve insan türü de dahil olmak üzere gezegenimizin, üzerinde yaşayan canlılarla birlikte bir tükeniş döneminde olduğunu tanımlar. Altıncı yok oluş evresi olarak da tanımlanan bu kriz sadece bir olay anında ortaya çıkan bir dizi kötü durum silsilesi değil, yaşamın her anına yayılan, bir süreç olarak işlemektedir. Yani ekolojik kriz -sel, krililk, aşırı sıcak vs gibi başımıza gelen- bir anda ortaya çıkan kötü bir duruma değil, yaşamın tüm iliklerine işlemiş bir süreç olarak hayatlarımıza içkin bir süreç olarak varlığını sürdürmektedir. Radikal, devrimci kesimlerden liberal kesimlere kadar “artık eskisi gibi devam edilemeyeceği” noktasında bir uzlaşı olsa da sınama ve sınav aşamasında bir karar anı yoktur. Mesele liberal tez ekolojik krizi sadece insan faaliyetine indirgeyerek, sorumlunun Homo Sapiens, yani şu anda gezegende hayatını sürmekte olan insan türü olduğu tezi üzerinde yoğunlaşmakta. Dolayısıyla insanın alışkanlıklarından veya faaliyetlerinden vazgeçmesi değişltirmesi ekolojik krizin reçetesi olarak sunulmaktadır. Bu savunu açıkcası krize çare bulmaktan ziyade, neoliberal bir yönetimsellik argümanı olarak işlemektetir. Öte yandan radikal veya devrimci kesimler de krizi haklı olarak üretim ilişkilerinde ve kapitalizmin tüketim ve kar mantığında armakta, kapitalizmden kurdulduğumuzda ise krizin sona ereceğini savunmaktalar. Bu tez ise oldukça indirgemeci olmakla birlikte doğayı tüketen maddi ve nesnel koşulların değişmesi zorunluluğunu vurgulaması bakımından liberal tezden çok daha tutarlı bir tezdir. Fakat burada aslında krize yakşlaşım noktasında ihtiyacımız olan bakış açısı insani faaliyiyet ile üretim-tüketim ilişkilerini ayrı tutmayan, bunları bütünlüğü içerisinde değerlendirebilecek ve bütünlüğü içerisinde çözüme kavuşturabilecek bir bağmaldır.
*
Kriz çeşitlerini çoğalta biliriz, insanın anlam krizi, özne krizi, ulusal kriz vs… Fakat kriz “artık eskisi gibi devam edilemez” olanın adıdır. Fakat aynı zamanda iyi yaşam ile kötü yaşamın ayırt edilebileceği an, yani bir eşikte olma halidir de. Bu da bizi bir karar verme, yani sınama sürecine tabii tutar. Bu da kuşkususuz karar verecek olan bir özneyi gerekli kılar. Karar verilemez, harekete geçemez ve ayırt edilemez bir durumda sıkışıp kalınması halide, “artık eskisi gibi devam edilemez” olanın içinde tutsak olunur.
Kıbrıslı Türkler uzun süredir “artık eskisi gibi devam edilemez” olanın içinde tutsak kalmış durumdadır. Bunun sonuçlarını ise çok iyi biliyoruz. Şimdi soru şudur ki, krizin kendisini somut bir şekilde gösterdiği “dönüm noktasında” bir karar anını yaşayacak mıyız, yoksa “artık eskisi gibi devam edilemez”in içerisinde tutsak kalmaya devam mı edeceğiz?