Sonbaharın gelişinden midir yoksa kendime sık sık sorular soruşumdan mıdır, bilmiyorum. Eylül romantizmi veya hüzün güzellemesi yapma niyetinde değilim. Daha çok yaşamla ilgili iflah olmaz bir derdin sürekli olarak insanın içini kaşıması, kaşıdıkça kanatması gibi bir şey.
Varolmanın her daim belli başlı sancıları vardır. Mesela hepimizin yaşadığı sıkıştırılmış, biçimlendirilmiş ve iliştirilmiş yaşamlarımızın aslında sürekli kısır döngüler içinde sonsuzca dönüp dönüp geri gelmesi gibi. Dönüp gelen hep aynı olandır, iktidara tabi yaşamlar, yaşam tasarıları. Hepimiz iktidarın zaman döngüsü içindeyizdir aslında. Tekrar, bir yandan yaşamı üretirken diğer yandan da içini oyar aslında.
Bizim için tasarlanan yaşam hep bir düzeni içerir. Sabah çalar saatin sesiyle uyarılırız. Aynen bir fabrikada makinenin ‘başlat’ tuşuna bastığımız zaman işlemesi gibi, işte biz de toplumsal makineye tabii bedenler olarak öyle çalışmaya başlarız. Bedenimizi güne hazırlarız, aynen bir makineye servis yapılır gibi, doyarız, sıçarız, temizleniriz, sevişiriz, iş ve ev arası yollarda gidip geliriz. Uyuruz, uyurken bile iktidar tarafından kuşatılmışızdır. Bastırılmış, engellenmiş ve yasaklanmış arzularımız bizi uykumuzda da yalnız bırakmaz. Hep aynı bengi döngüde tasarlanmış yaşamaların birer nesnesi olmamız istenir. Düzene uymamız. Düzen olmamız. Düzeni tekrar etmemiz.
Sisifos’un tanrılar tarafından cezalandırılmasına ne kadar da benziyor ödüllendirilmiş yaşamlarımız.
O koca kayayı sürekli olarak tepeye çıkarması ve sonra tekrar tekrar aynı eylemi sonsuzca yapması. Sistemin sırtımıza yüklediği anlamlar, görevler, beklentiler, başarılar, statüler veya hedefler… Hepsi Sisifos’un sırtındaki kaya gibi üzerimize boca edilmiş yükler. Ve sonsuzca tekrar eden bir döngü. Goethe, “Benim alanım zamandır” der. İktidarın da alanı zamandır. Çünkü bütün bir sistem kendisini zaman içinde, kendi zamanı olarak kurar. Biz bu zamanın ablukasındaki makinenin dişlileriyiz sadece.
Uyumlu kişi bu döngünün konfor alanı içinde ‘halinden memnun’ kişidir. Bir düzenin işleyebilmesi için zaten memnunluk temel kriterlerden biridir. Bu kişi her zaman aynı yollardan geçmekten rahatsızlık duymaz. Hep aynı işleri yapmaktan, aynı insanlara merhaba demekten, aynı marketten alışveriş yapmaktan, aynı tarz kitaplar okumaktan, aynı hazları deneyimlemekten, hep aynı saatte uyanmaktan ve aynı saatte uyumaktan, aynı kelimeleri kullanmaktan ve hep aynı bakışta takılıp kalmaktan rahatsızlık duymaz. Hayata, insana, çevresine ve kendisine yönelik olan hep aynı bakışta!
Bu muazzam uyum belli bir süreden sonra körelmeye yol açar. Çünkü hep aynı yollardan geçen insan artık yolu hissetmez. Önemli olan yolda olmak değil, sadece gidip gelmektir. Döngünün başarılı bir şekilde işlemesidir. Dengede kalmaktır. Yaptığı iş otomatiğe bağlanır, hep aynı insanlara verdiği merhaba sıradanlaşır, kitaplar artık ona bir tat vermez, düşünemez bile. Fakat bununla da uyum içinde olur. Aynı hazlar artık bir haz olmaktan çıkar, bunu dert etmez, hissizleşir. Kelimeler artık hep aynı cümle kalıplarının içinde tutsaktır. Yeni bir cümleden korkulur çünkü hep aynı cümleler kurmanın getirdiği güvence duygusu vardır. Konuşur ama bir şey diyemez. Hayata, insana, çevresine ve kendisine yönelik hep aynı bakışta takılır kalır. Hep aynı bakışlara tutsak olan kişi körelir. Bir yandan uyum sağladıkça diğer yandan bakışından olan insanlar yığınına döneriz. Görmek için bakmayız, aslında bakmayız bile. Çünkü döngünün içerisinde bakışlarımızdan da olmuşuzdur.
Evet, hep aynı döngünün içine hapsolmak köreltir. İş döngüsü, ilişki döngüsü, siyaset döngüsü, sabah ve akşam döngüsü… İşin içindeki, ilişkinin içindeki, siyasetin içindeki, sabahın ve akşamın içindeki döngüler. Bizi bakışımızdan eden, potansiyelimizi söndüren, hayatımızı kapsayan, hissizleştiren, ufkumuzu daraltan döngüler.
Sisifos’un eyleminin sonsuzluğu, onun bir başlangıcı göze alamamasından gelir. Başlayamadığı için hep devam etti. Ve bizler de bu yanıyla da Sisifos gibiyiz. Başlayamadığımız, yeni bir başlangıç tahayyül edemediğimiz ve buna koyulamadığımız için kendi bengi döngülerimizin içinde körelip gitmekteyiz. Fakat bu da bir ölüm değil midir? Başlayamamak hep aynı ölüm sürecinin tekrarında sıkışıp kalmak değil midir? Halbuki başlangıç, devrimcidir. Kalıplaşmış ve yerleşmiş olanı sarsar, yıkar; başlangıç bağrında birçok olasılık barındırır, bilinebilecek olan ve bilinemeyecek olan, bundan dolayı da başlangıç yaratıcıdır. Bir başlangıç tahmin bile etmediğimiz potansiyelleri barındırır. Başlangıç bizden çalınan bakışımızı yeniden edinmemizi sağlar, farklı bakabilmeyi, iktidarın gözlüklerini çıkartıp atmayı sağlar. Başlayan insan yaşayabilen insandır. Aynı zamanda kendi başlangıcından yeni döngüler yaratmamasını bilen insandır da.
Döngülerin sınırlarına tutsak olmadan, onları aşındırarak, yontarak, esneterek hatta delerek yaşam mümkün mü? Ancak böyle bir yaşam iktidarın bozulmasını istemediği dengeyi bozabilir.
Oluş, doğum ile ölüm arasından çok doğum ile yeniden doğum arasındadır belki de. Bir insanın varlığının anlamı da bu doğarlık durumunda yaratılır. Ölüme odaklı süreçlerle değil, doğuma ve başlangıca yönelmiş bakışlarla yaşamalı. Bu ada yarısında nasıl yaşamalı derseniz, her şeye rağmen, yeni başlangıçlarla körelmeye karşı direnerek yaşamalı. Sınırları zorlayarak, yontarak, kaşıyarak yaşamalı. Yerde bulutu, gökte yolu, düzende kaosu, kaosta düzeni görerek yaşamalı. Aşkla yaşamalı. Çünkü aşık olmak demek aşık olmadığımızda göremeyeceğimiz şeyleri görebilmek demek. Aşktaki imkansızı, imkansızdaki aşkı arzulayarak yaşamalı… Soluk soluğa yaşamalı, her gün bir şeyleri değiştirerek, dengeden kaçarak, tekrarı kırarak…
“mekan tutmak ve her akşam aynı ufukta
güneşin batışını seyretmek ölümdür biraz
ölümdür biraz hep aynı yatakta
aynı kadınla sevişerek sabaha varmak
kitapları hep aynı raflara sıralamak
aynı eşyayı kullanmak eskimektir biraz
soluk soluğa yaşamalı insan
her sabah yeni bir şeyler görebilmeli
ve cehenneme dönse de bir ömür
mutlaka bir şeyler değişmeli her/gün”*
*Ahmet Telli, Soluk soluğa