“Her şeyi yeniden tanımlamak zorundayız, ‘insan olmak ne demektir’den başlayarak” diyor Slovaj Zizek. Şüphesiz, ‘insan olmak ne demektir’ üzerine yapılacak bir düşünme egzersizi, insan denilen canlıyı ve onun eylemlerini, diğer canlılardan ve onların eylemlerinden ayrıştırmayı da beraberinde getiriyor. Bu ayrıştırma işinin amacı, insan denilen varlığa bir üstünlük yahut mertebe tesis etmek değil, insanı diğer canlılardan ayırt eden niteliklerini ortaya koyarak bu nitelikler çerçevesinde ‘insan ne demektir’i anlamaya çalışmaktır sadece. Elbette, insanı diğer canlılardan ayıran nitelikleri ararken, hayvanların yapamadıklarını, sadece insanın yapabildiklerini, insana özgü olanı, insanı insan yapan erdemleri ortaya koymak gerekmektedir.
Tıpkı insanların gibi, hayvanların da, türlerine özgü duyuları, duyguları, sürü hayatları da dahil olmak üzere, doğalarının el verdiği ölçüde bir yaşam organizasyonları bulunmaktadır. Genel geçer kanının aksine, bazı hayvanların, barınma, beslenme, üreme gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması dışında hayli komplike sayılabilecek bir yaşam döngüleri de bulunmakta.
Sadece şempanzelerin zihin yapılarını ve yaşamını inceleyerek dahi, bugünün standart insan tipinin neredeyse tüm yaşamsal aktivitelerinin çok benzerlerinin onlarda da varolduğu görülebilir.
Bedensel hazlar peşinde koşmak, bu hazlar için rakiplerle savaşmak, topluluk için görev almak ve yerine getirmek, sosyalleşmek, eğlenmek, düşünmek, duygulanmak, üretmek, stoklamak, güç ve liderlik kavgası etmek, lidere hizmet etmek, dahil oldukları topluluğun sınırlarını korumak gibi, ki liste uzayıp gider, yığınla yaşamsal aktivite hayvanlar aleminde de kendi bulunmuşlukları çerçevesinde mevcut.
Bilim insanları insan zihninin katmanlardan oluştuğunu söylüyor ve yukarıda bir nebze anlatılmaya çalışılan hayvanların da yaptığı türlü davranış, zihnin alt katmanları kullanılarak hallediliyor. Diğer insanların haklarını gözetmek, empati yapmak, adil ve eşit davranmak, vefalı ve duyarlı olmak, dürtülere ve güdülere karşı iradeyi kullanmak, özgürlük, barış, dürüstlük, kardeşlik, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk, dayanışma, yardımlaşma, estetik gibi değerlerin peşinde koşmak, kendimiz dediğimiz şeyin ne olduğunu anlamaya çalışmak gibi yaşama dair aktiviteler ise, zihnin üst katmanlarında. İnsanın ayırt edici nitelikleri de işte bu katmanlarda gerçekleşiyor.
Örnekse, yavru bir geyiği avlayan aslandan, doğası gereği, ‘öldürmeden de doyabilirim’ gibi bir sorgulamaya girmesini, yavru geyiğin annesini düşünerek empati yapmasını bekleyemeyiz ancak bir kuzunun kaburgalarını afiyetle kemiren insanın bu sorgulamayı, zihnin üst katmanları sayesinde, yapabilecek nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Bu örnekte, bu sorgulamaya girmeyen insanın, onu insan yapan niteliklerini kullanmadığını, zihnin alt katmanlarında takılmakta olduğunu da pek tabii söyleyebiliriz.
Bir anlam varlığı olan insan, zihnin alt katmanlarında takılarak değil, düşüne düşüne ve kendisini insan yapan nitelikleri kullana kullana, bu nitelikler üzerine kafa yora yora, kanıksadıklarını ve kendi yaşam pratiğini sorgulaya sorgulaya kendini gerçekleştirebiliyor, kendindeki insanlığı yeniden inşa edebiliyor.
Tabii bu inşa sürecinin, başkası üzerinden yahut başkasının yaptıkları ya da yapmadıkları üzerinden değil, insanın birebir kendisiyle ve kendi yaşam pratiğiyle ve iradesiyle birlikte yürümesi gerekiyor.
Güç, tahakküm ve şiddet üzerinden şekillendirdiğimiz hiçbir ilişkinin de insani niteliklere haiz olduğunu söyleyemeyiz, hayvanlar aleminde var olduğunu biliyoruz zira. Kural bu, büyük balık küçük balığı yutuyor çoğu zaman lakin; sadece güç, tahakküm, şiddet kavramlarından ayrışabilen ilişkiler insani nitelikte olabiliyor. ‘İnsan’ orada var olabiliyor, orada bulunuyor. Bu bağlamda, güç, tahakküm yahut şiddet barındıran kadın-erkek, yetişkin-çocuk, işçi-işveren, memur-amir, öğretmen- öğrenci ilişkilerinin hiçbirinde insani niteliklerden söz edebilmek maalesef mümkün değil.
“İnsana saygımı korumak için insanlardan uzak duruyorum” demiş Dostoyevski.
Belki de insanın, insan olabilmesi, kendinden bir insan inşa edebilmesi için, içinde yaşadığı dünyayı karşısına alması gerekiyor.
Belki de dünyayla birlikte, insan sandığı kendine de kafa tutması, “ölmeden önce ölmesi” gerekiyor…
Belki de insan, bu dünyanın hırında güründe şehvetinde şiddetinde değil, kendi içinde, kendi mabedinde yeşeriyor.
Kim bilir…
Bilen bilir…