Sosyal medyada sevgili Naim Pınar’ın “Kıbrıslı Türkler bir kabile değil, halktır” şeklinde özetleyebileceğim bir paylaşımını görünce, siyasi ve hukuki olarak Kıbrıs sorununun belki de temelini oluşturan kavram karmaşasına yönelik bu yazıyı yazmak zorunda kaldım. Aslında uzun zamandır aklımda olan ama bir türlü esaslı bir tartışmayı kaleme almanın zorlu ve kapsamlı bir deneme olacağından ertelediğimden, Naim Pınar’ın paylaşımı ertelenen bir meseleyi nihayete erdirmek açısından etkili oldu.
Şimdiden okurları uzun bir yazı okuyuacakları konusunda uyarmak zorundayım. Bu tartışmada olabildiğince tarafsız bir değerlendirme yapacağım. Sloganın ötesine geçmesini niyetlendirdiğim bu tartışma bana göre Kıbrıs sorununun neden çözülmediğinin de en önemli sebeplerindendir.
Aynı zamanda böyle bir tartışmanın özellikle “AB altında iki devlet” iddialarının vuku bulduğu bu günlere denk gelmesi de ayrıca önemli olduğunu düşünüyorum. Zira, Kıbrıs’taki “halk” tartışması sadece Kıbrıslıların değil aynı zamanda uluslararası hukuk içerisinde de bir açmazı temsil etmektedir.
Ancak, tartışmanın başında birkaç noktayı açıkça ifade etmem gerekmektedir:
- Kıbrıs’ta kaç halk vardır?, Kıbrıslı Türkler kendi başına bir halkı mı yoksa toplumu mu temsil eder ? gibi sorulara verilecek olan cevabın değerlendirmesinin ağırlıklı olarak duygu veya ideolojik ezberler kapsamında yapılarak kutuplaştırılmış olduğuna inanıyorum.
- Halk ve self-determinasyon tartışmaları tarih ve uluslararası hukuk penceresinden incelenmesi gerekmektedir.
- Siyasi tarihi, uluslararası hukuktan arındırdığınızda ulaşacağınız sonuç objektif bir meşruluktan uzak olur. Bu yüzden de söylemler, uluslararası bir zemin içinde ele alınmaz hale gelir. Yaşadığımız, izolasyonların ve dünyayla oluşturduğumuz absürt ilişki biçiminin bu açıdan meseleyi sadece siyasi tarih penceresinden ele almanın makul olduğu anlayışı güçlüdür ancak bu sonuç alıcı olmamaktadır.
- Saf hukuki bir pencereden bu sorulara cevap arama iddiası ile konuyu ele almak da eş derece faydasızdır. Özellikle, tarihin sessizleştirilip, meselenin sadece hukuki kurallar manzumesi olarak ele alınarak, yaşanan tarihi olayların görmezden gelinmesi toplumsal olarak kararların meşruluğunu sorgular hale getirir. Hukukun, tarihin çekim gücüne verebilecek bir cevabı olmadığı zamanlar ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden de kuralları, ülkenin öznel koşullarını kaale alarak ele almak gerekmektedir.
- Yukarıdaki durum bir çıkmaz gibi görülebilir. Zaten uluslararası hukuk bizlere sadece paradokslar hediye etmektedir. Ancak, tarih ile hukukun birbiri ile teğet geçtiği noktayı iyi görüp, o noktadan konuya yaklaşmanın diplomatik anlamda eli güçlendirdiği açıktır. Tarihe saplanıp kalacaksak, bunun için “hukuk kuran bir şiddet” evresini gerektireceği açıktır. Uluslararası hukuku ise harfiyen uygular, ülkenin öznel koşullarını görmezden gelir ve tarihselliği yok sayarsanız; o zaman da uluslararası hukukun yeni bir sömürge ilişkisi yaratacağına ve bunun hınç duygusunu harekete geçirebileceğini söyleyebiliriz.
Self-determinasyon ilkesi nereden çıkmıştı?
Tarihsel kökenine baktığımızda hemen Fransız ihtilali diyecek gibi oluruz ama bu biraz da bizim Avrupa merkezli tarih anlayışımızın bir sorunudur. Aslında 18. Yüzyılın sonu devrimler çağıydı. Devrimler çağında da, sadece Fransa’da değil, aynı zamanda Amerikan devrimleri, Asya’daki sömürge karşıtlığı ile de iç içe geçmiştir. Amerikan Hak Bildirgesi veya Fransız Vatandaşlarının Hak Bildirgeleri önemli referans noktalarındadır. Birinci Dünya savaşına kadar süren Avrupa aydınlanması ise Birinci Dünya Savaşı ile önemli bir kopuş yaşamıştır. Merkantalizmin etkisi ile Batı sömürgeciliğinin krizi, yeni bir sosyal ekonomik düzeni savaş sonrasında yaratılmasına neden olmuştu.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Milletler Cemiyeti kurulurken, emperyalizmin de “manda” sistemi adı ile yenilenmesi kararı alınmıştı. Öyle ki Milletler Cemiyetinin 22 numaralı fıkrası koloni topluluklarının, “gelişmiş ulusların vesayetine” bırakılarak onların geliştirilmesine yönelik referans verilmişti. Milletler Cemiyeti için self-determinasyon hakkı koşulluydu ve bunun için Wilson ile Lenin ilkeleri referans olarak alınmıştı.
Bu dönemde Leninist veya Wilsoncu yaklaşımları incelediğimizde aslında Wilson’un liberal öğreti ekseninde kendi etki alanında Amerikan emperyalizmini tatmin etme derdi ile Lenin’in bolşevik emperyalizmine yeni ulusları katma çabası arasında bir yarış olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki Lenin, 14 maddeden oluşan ilkelerinde “liberal bayrağın barış stratejisi” olarak self-determinasyon hakkını sunmasına şaşırmamak gerekir.
Ancak Wilson’un bu 14 maddesinin sadece 1. Dünya Savaşını kaybeden topraklara yönelik bir girişim olduğunu hatırlatmakta yarar var. Bahsettiğimiz tarihin 1918 sonrası dönem olduğunu hesaba kattığımızda bu dönemde Kıbrıs adası çoktan “İngiliz kolonyalizmi” tarafından ilhak edilmiş, onu izleyen yıllarda (1923) Lozan Anlaşması ile de Kıbrıs, “İngiltere’nin egemenliğine terk edilmiştir.”
Bu açıdan yaklaştığımızda aslında Kıbrıs zaten Wilson ilkelerinin kapsadığı bölgede yer almamaktaydı. Wilson üzerine etkileyici bir kitap yazan Erez, Wilson’un ırkçı açıklamalarına da yer verir. Wilson’un Afrika’daki kolonilerle ilgili olarak “siyahlar, beyazlara göre daha aşağılık bir ırk olmalarına rağmen zamanla eşit olabileceklerinden” bahseder ve ekler “düzgün bir eğitimle, medeniyeti öğrenebilir, bu öz yönetimi de barındırabilir.” Uluslararası hukuk teorisinde bir başka önemli katkıyı Anthony Anghie koyar. Anghie, “manda sisteminin” emperyal güçleri rahatsız etmeden kurulabilecek bir denge olduğundan bahseder.
Lenin ise bağımsızlık hakkını politik olarak ele alır ve baskı oltunda ulusların politik, demokratik taleplerini yerine getirmek için “ayrılma” hakkının olduğunu da vurgular. Lenin’e göre ayrılma hakkı küçük devletler kurmak için değil, ancak emperyal baskından kurtulamk için verilebilecek bir mücadele olduğunu dile getirir.
1916 yılında Sosyalist devrim ve ulusların self-determinasyonu isimli eserinde, Lenin, sosyalist bir projenin başarısı sadece tam demorkasi ile değil aynı zamanda ulusların eşitliği ve baskı altında olan halklara self-determinasyon hakkı verilerek gerçekleşeceğini söyler. 3 gruba ayırdığı halklarda, gelişmiş ülkeleri aynı zamanda baskıcı olarak niteler, burjuva demokratik kurallara göre de ulusları sınıflandırır.
Lenin’in tüm tezlerini burada paylaşmak mümkün olmasa da, kısaca özetleyecek olursak Lenin ulusların ayrılma hakkını tanır. Bunu baskı altında olan ulusların kendini baskıcı gelişmiş ulustan ayrılarak kurtarması olarak anlatırken, esas derdinin çok daha stratejik olduğunu söyleyebiliriz. Esas olan ayrılma arzusunda olan halkların Sovyet etkisi altında tutabilmekteir. Böylelikle burjuvaziye karşı verilen savaşın kazanılabileceğine inanır. Aslında hem Wilson hem de Lenin self-determinasyonu kendi hegemonik güçlerini kurabilecekleri bir alan olarak tanımlarlar.
Teorik olarak hem liberal hem de komünistlerin kendilerine göre şartlı bir self-determinasyon anlayışına sahip olduklarını söyleyebiliriz. Ancak her iki akımda tam anlamıyla ulus ve self-determinasyonun nasıl uygulanacağını anlatmakta yetersiz kalırlar.
1.Dünya Savaşı self-determinasyonu geleneksel imparatorlukların bir kısmı yıkılırken, onların yarattığı boşluğu barışçıl olarak doldurma potansiyelini gözeterek ana akım bir politik mesele haline getirse de, ilk anlamda uluslararası hukuk nazarında Milletler Cemiyeti manda sistemi ile kolonyalizmi yeniden icat eder.
Bu aynı zamanda son derece kırılgan olur ve ciddi ayaklanmalara sebep olur (Bknz: Suriye 1919, Irak 1919-1920, Filistin 1936-1939) Aynı zamanda bu dönemde modern anlamda ciddi anti-kolonyal mücadeleler de gerçekleşir. Mesela Hindisan’da 1919-1923 arasında gerçekleşen Hilafet Hareketi Britanyaya ciddi zorluklar yaratmış, Avrupanın kolonyal sistemini ciddi şekilde zayıflatmıştı. Self-determinasyon bir çok konuda bir başlangıcı temsil etmişti. Uluslararası ilişkilerin dili haline gelmişti.
*
Kıbrıs özelinde ise baktığımızda İngiliz kolonyalizminin bir sömürgesi olan Kıbrıs’ta self-determinasyon ilkesinin bu dönemde Kıbrıslı Helenler arasında yaygın kullanıldığı görülür. Leninist ilkeler Kıbrıs’taki Enosis mücadelesini de etkiler. Leninist ilkeler Türkiye’de yeni kurulan Cumhuriyet ve bunun Kıbrıs’a yönelik anlayışında en başında etkisizdir.
Bunların başında Kıbrıslı Türklerin ulusal kimlikleri yerine Osmanlıdan kalma millet sistemi aklından kurtulamamış olması. Siyaseti İslam kimliği üzerinden kurgulaması ve Britanya İmparatorluğunu, topraklarında en çok Müslüman barındıran bir unsur olarak görmeleri ile ilişkilidir. Bu dönemde çoğu zaman bilinçsiz olarak Britanya’nın böl ve yönet politikalarına son derece uyumlu olan Müslüman cemaatına nazaran Kıbrıs Rum toplumunda ulusal anlayışın daha gelişmiş olduğu bir gerçektir.
Helen ulusçuluğunun etkisi de olduğu aşikardır. Aynı zamanda Yunanistan’daki sosyalist hareketlerin, Kıbrıs’a yansımaları da yüksek öneme sahiptir. Kıbrıs Komünist Partisi bağımsız bir Kıbrıs tezine sahip olsa da; kilisenin ulusalcı anlayışı Helen yayılmacılığını destekler niteliktedir. Bu açıdan da Enosis zamanla hem sol hem de sağın self-determinasyon ülküsü için ortak bir zemindir. Yunan sağı için Yunan emperyalizminin ve uyanışının devamı için Kıbrıs bir kaleyi temsil eder ve bu kalenin kazanılması bir ülküdür. Ancak Yunan sağının bunu gerçekleştirmede acelesi yoktur. Sol için ise Leninist ilkeler aslında, Yunanistan’a komünizm geldiğinde Enosis’in komünist bir blok için gerekli bir hedef olduğu yönündedir.
Ulusçuluğun körleştirdiği Kıbrıs adasında, helen milliyetçiliğinin çeşitli yüzleri Leninist veya Wilsoncu olarak self-determinasyon hakkını talep ederken bunun ulusal restorasyon için gerekli görürler. Müslüman cemaat da pek tabi Yunanistan’daki diğer azınlıklar gibi “özerklikler” alabilir denilmektedir.
İşin ilginç yanı bu dönemin Müslüman elitleri Enosis’e karşı olmasına rağmen mesela 1931 yılındaki İsyan sırasında tepkisiz kalmayı yeğlemiştir. Güçlü bir ulusal bilincin oluşmaması Kıbrıslı Türklerin sosyal dönüşümleri sırasındaki geri kalmışlığını sembolize ederken, ulusal bir reflekslerinin olmamış olması da Britanya tarafından manipüle edilerek, böl yönet politikalarının ulusçu bir kavgaya dönüşmesi gözlenir.
Ancak esas mesele bu dönemde Leninist self-determinasyon tutkusu “çoğunluk olan ulusun” belirleyici olacağı bir anlayış ile inşaa edilmesidir. Zaten bahsi geçen dönemde Kıbrıslı Türklerin ulus bilincine eriştiğini de söylemek oldukça güçtür.
İşin özeti birinci dünya savaşından 2. Dünya savaşına kadar gelen süreçte
- Kıbrıslı Helenler ulus anlayışı gelişmiştir. Enosis gündeme gelmiştir (1902’den itibaren resmen kavanin meclisi gündemindedir.)
- Kıbrıslı Helen unsur, self-determinasyon hakkından bahsetmekte bunu da Yunan Ulusal hedefleri doğrultusunda yapmaktadır (Megali Idea) ve çoğunluk olan ulusun kaderini tayin etme hakkı kullanmasını istemektedir.
- Kıbrıslı Türklerin ulusal kimliği bu dönemin sonlarına doğru gelişir. Bu dönemde ulusal bir topluluk olmayan Kıbrıslı Türklerin, ulusal hedefleri de yoktur.
- 1923 sonrasında Kıbrıs’ta büyükelçi olarak görev yapan Asaf Bey zamanla milliyetçi bir cephe açmaya çalışmakta ve Evkafcıların zayıflamasına çabalamaktadır.
- Ancak dönemin sonuna kadar Evkafcılar ile Milliciler arasındaki kavga devam etmiş, 1930 yılında Milli kanat etkili olmaya başlamışsa da, 1931 yılında isyanın ardından Yasama meclisi lağvedilmiştir.
- Bu dönemde Britanya yeni milliyetçi kanatın temsilcisi Necati Özkan’dan “13. Yunan” diye bahsetmektedir. Evkafcı kanadı güçlendirerek dikey ve yatay böl ve yönet politikasını sürdürerek aradaki mevcudiyetini korumaya kararlı görülmektedir. Her halükarda Kıbrıslı Türk toplumunda bu dönemde anti-emperyalist söylemi gelişmemiştir. Self-determinasyon talebinin de helen çoğunluğun lehine sonuçlanacağını bildiklerinden bu konuyu araçsallaştırmamışlardır.
Devam edecek