Eleştirel pedagojinin en temel sorunu, eğitim sürecinde çocuğun edilginleştirilmesi ve özne olamaması, bir başka deyişle özgürleşememesidir. Geleneksel eğitim sisteminin hakim olduğu birçok ülke ve haliyle Kuzey Kıbrıs’ta, çocuğun özne olmadığı aşikârdır. Anne-baba, öğretmen ve daha da önemlisi devletin isteklerinin önemsendiği ve eğitimin merkezine yerleştirildiği eğitim felsefesi geçerlidir bu coğrafyada. Dahası, çocuğun ilgi ve ihtiyaçları genellikle ötelenir. Öğrenci merkezli eğitim laftadır; müfredatta, kitaplardaki etkinliklerde ya da öğretmenin sınıf içi uygulamalarında öğrencinin aktif olması, düşünmesi ve üretmesi hedeflenir, oysa uygulama hiç de öyle değildir.
İdeal eğitimde “doğru”larımızı çocuklara aktarma telaşına giren biz yetişkinler, risk altındaki çocukları görmezden geliriz. Ekran bağımlısı, toplumsal cinsiyet eşitsizliği yaşayan ve mevsimlik işçi olan ailelerin çocukları risk altındadır. Boşanmış ailelerin çocukları, istismar-ihmale uğrayan, göç etmiş, madde bağımlısı, sokakta yaşayan ve beslenemeyen çocuklar da risk altındadır. Sosyal hizmet bünyesinde kalan, suça itilmiş, özel eğitim ihtiyacı olan, duygusal-davranışsal bozukluğu olan, sağlık sorunu yaşayan, çalışmak zorunda bırakılan çocuklar risk altındadır*. Risk altındaki çocukların yelpazesi o kadar geniştir ki…
Risk altındaki çocuklar ve eğitimi konusu, Eğitim Bakanlığı bünyesinde sosyal bilimlerdeki farklı alan uzmanlarının birlikte çalışmasını gerektirir: sosyolog, sosyal hizmet uzmanı, psikolog, psikolojik danışman, pedagog gibi. Peki, Kuzey Kıbrıs’ta durum nedir? Dezavantajlı çocukları eğitime kazandırmada etkili olabilecek psikolojik danışman-rehber ile özel eğitim öğretmen kadroları yıllardır tartışma konusudur ve özellikle ilkokullarda ciddi eksiklikler vardır. Okullarda görevlendirilecek PDR uzmanları ve özel eğitim öğretmenleri de yeterli olmayabilir. Her ilçe merkezinde psikolojik danışma ve araştırma merkezlerinin kurulması, bu merkezlerde öğretmenlere, okul yöneticilerine, öğrencilere ve velilere gerekli desteğin verilmesi ve danışmanlık sağlanması çok önemlidir. Eğitimde çocukların yalnızca bilişsel gelişimine odaklanarak yani bilgi aktararak bir yere varılması mümkün değildir. Çocuğun sosyal ve duygusal gelişimi, en az bilişsel gelişimi kadar önemsenmeli, bu amaçla öğretime ayrılan süre kadar eğitime de süre ayrılmalıdır. Okul, artık yaşama hazırlık değil yaşamın kendisi olarak görülmelidir. Okulda edinilen bilgi ve beceriler doğrudan günlük yaşamla ilişkilendirilip kullanılabilmelidir.
Eskiden, engelli çocuklar okullarda büyük problem kaynağı olarak görülürdü. Bu sorun henüz aşılamamışken şimdi göç eden, göç ettiği ülkenin dilini bilmeyen çocuklar daha “problemli”! Çocuk, en iyi kendi anadilinde düşünür; çocuğun en yaratıcı olduğu dil, kendi anadilidir. Başka bir ülkeye göç eden çocuk, kendi dilinde öğrenim görme hakkını yitirir yitirmesine de ırkçı, ayrımcı tavırlarla da yüzleşmek durumunda kalır. Yapılması gereken işlerden ilki, Kuzey Kıbrıs’a göç eden çocukların öğretim süreci dışında, hafta sonları ya da akşamüstleri kendi anadillerini öğrenme hakkını dikkate alarak gerekli çalışmaları başlatmaktır. Devletin resmi diline ek olarak, içinde yaşayan ve farklı dili konuşan çocuklara kendi anadillerini öğrenmeleri için gerekli imkanları sağlaması hem çocuk hakları hem de pedagoji açısından önemlidir.
Küçük yaştaki çocuklarda vicdan duygusu henüz gelişmemiştir. Bugün okullarda anadili Türkçe olmayan çocukların akran zorbalığına uğrayan çocukların başında geldiğini gözlemliyorum. Alay edilen, dışlanan, oyunlara dahil edilmeyen hatta şiddete uğrayan çocuklardır onlar. Barış eğitimi gündeme gelir bu bağlamda. Çocuklar kendi dili, yaşayış biçimi vb. özelliklerdeki akranlarıyla karşılaştığında onlara hoşgörü göstermeyi ve toleranslı olabilmeyi deneyimlemelidirler. Öte yandan farklı bir ülkeye göç eden çocuklar ise, içinde bulunduğu kültürle uyum içerisinde yaşayabilmek için yönlendirilmelidir. Özetle, tek taraflı bir süreç olarak bakılmamalı, sadece göç eden çocuklarla çalışılmamalıdır. 2011 yılında Dr. Ömür Yılmaz’ın KAYAD ve Avrupa Birliği işbirliğinde hazırladığı “Kapsayıcı, Önyargısız Eğitim İçin Liderler” başlıklı çalışma tam da bu amaca yöneliktir. Öğretmenler ve gençlik çalışanları için bir eğitim rehberi hazırlanmış ve barış eğitimi pedagojisi teorik ve uygulamalı bir anlayış çerçevesinde ele alınmıştır. Aradan 8-9 yıl geçmiştir, benzeri ve güncel bir bilimsel çalışma yapılmalı ve Kuzey Kıbrıs’taki risk altındaki çocukların daha iyi koşullarda eğitim görmeleri için çaba harcanmalıdır. Öğretmenlerin hizmet içi eğitim almaları yeterli değildir; doğrudan risk altındaki çocukların da sosyal-duygusal eğitim alacakları deneysel çalışmaların yürütülmesi ve sonuçların paylaşılması son derece önemlidir.
Son olarak Eğitim Bakanlığı düşünüldüğünde, risk altındaki çocuklar için eğitim politikalarının geliştirilmesi gerekmektedir. Ne yazık ki, okullardaki risk altındaki çocuklar sorunlu olarak algılanırlar ve eğitimin kayıpları olurlar. Öğretmenlerin bu çocuklar için bireysel çözümler bulması beklenir ve genellikle de öğretmenler çaresiz kalırlar. Oysa Devletin risk altındaki çocukları düşünmesi, sistemli ve bilimsel bir yaklaşım benimsemesi çok önemlidir. Bu mesele, öğretmenlerin bireysel gayretlerine ve çabalarına bırakılamayacak kadar önemlidir. Eğitim Bakanlığında bir AR-GE biriminin oluşturulması gerekmektedir. Bu birimde, Kuzey Kıbrıs’taki okullarda anadili Türkçe olmayan çocukların sayısı, nereden geldikleri, aile bilgileri vb. belirlenmelidir. Yaşanılan sorunlara ilişkin eğitimdeki tüm paydaşların görüşleri betimlenerek çözüm için “Risk Altındaki Çocukların Gelişimine Yönelik Bir Destek Programı” ivedilikle hazırlanmalıdır.
Notlar
*Daha detaylı bilgi için bakınız “Risk Altındaki Çocuklar ve Eğitimleri”, Eğiten Kitap, Ankara, 2018.