Yaşadığımız coğrafyanın belirleyici unsurlarından biri “istikrarsızlık”. Kıbrıs’ın kuzeyinde ise istikrar maddenin doğasına aykırı…
İstikrarsız siyasi ve ekonomik koşullar artık bizim vazgeçilmez “normalimiz.”
Üstelik farklı dönemlerde, farklı istikrarsızlık biçimleri yaşıyoruz. Bazısı kısa, bazısı uzun sürüyor. Tefrikalar halinde istikrarsızlık yaşıyoruz da diyebiliriz.
İstikrarsızlık koşullarının son perdesi Ocak 2018 Genel Seçim sonuçları ile başladı. 22 Ocak 2018 günü ise faşizmin rüzgarı Afrika Gazetesi’ne yönelik yaşanan gelişmelerle belirgin bir hale geldi.
Yaşanan krizin çözümü geçici bir uzlaşı formülü olarak Dörtlü Hükümetin yaratılması olmuştu fakat beklenildiği gibi istikrarlı bir durum yaratamadı.
Kısa süre sonra, farklı hükümet formülleri, hileli seçimler, tamamlanamayan kurultaylar, atanmış başbakan, seçtirilmiş cumhurbaşkanı derken; ifşa ve şantaj kasetleri ortaya çıktı. Pandemi küresel olarak istikrarı sarsarken, göbekten bağlı olduğumuz Türk ekonomisi ve Türk lirasındaki gelişmeler de, istikrarsızlığın derinleşmesine önemli katkı sağladı.
Ekonomik, sosyal ve hatta psikolojik olarak her birimizi derinden etkileyene bu olaylar silsilesine rağmen genel kanı Ulusal Birlik Partisi’nin yeni dönemde de ağırlıklı bir oy potansiyeline sahip olacağı. Sağ siyasetin muhtemelen yaşanan tüm olaylara rağmen iktidara yakın olduğu…
Kamu vicdanını yaralayan onlarca olaya rağmen, Kıbrıs solunun zemin kazanmadığını görmek sizce de saçma değil mi? Radikal sol yapılanmaları dışlamadan fakat beklentileri azaltarak, bunca olaydan sonra ana akım sol partilerin kitleselleşmesi gerekmez miydi? Solun yeniden hegemonik bir güç olması için daha ne yaşanması gerekirdi ?
Doğrusu, bu konuda 2001 süreci ile kıyaslama yerinde olur. Çünkü, Marc Twain’in aforizmasını serbest biçimde çevirirsek “Tarih tekerrürden ibaret değildir ama sıklıkla kafiye yapar.” (History does not repeat itself but it often rhymes)
2001 yılı derin bir ekonomik krizin en önemli dalgasının Kıbrıslıtürk bankacılık sektörüne vurduğu zamandı. Batan bankalar ve yoksullaşan kitleler, hızla politize olmaya başladı. Ardından Türkiye’nin IMF ile anlaşma süreci ile paralel Türkiye’nin AB yolunda ilerlemesini sağlayacak gelişmeler yaşanmakta ve Annan Planı gündeme gelmekteydi. Annan Planı sosyal, ekonomik ve siyasi problemlerin çözümü olarak anlaşılmış, toplum tarafından geniş kabul görmüştü. Bu yaşananlar Türkiye’de yeni AKP iktidarının iradesi ile benimsenmiş, Kıbrıs Sorunu için federal zemin benimsenmiş bir politika olarak ortaya çıkarken, geçiş noktalarının açılması ve Denktaş’ın emekli edilerek yeni bir siyasi paradigmanın ortaya çıkması sağlanmıştı.
Ancak, süreç sadece üstten dizayn edilmemişti. Sokaktaki on binler, CTP, BDH, Ticaret Odası, Sendikalar farklı kitleleri bir araya getirerek kitlesel bir siyasi süreç yaratmıştı.
Her bir siyasi süreç, yeni lider(ler) yaratır. Mehmet Ali Talat, Ferdi Sabit Soyer, Mustafa Akıncı ve daha birçok isim o dönem, yaşanılan süreçlerin öncü isimleri idi. Bu yüzden de süreçlerin yarattığı liderler olarak bilindiler, CTP’nin yerel ve genel seçim başarıları, Mehmet Ali Talat ve Mustafa Akıncı’nın da Cumhurbaşkanı seçilmeleri de bu süreçlerdeki rollerinin bir sonucuydu.
Bu bağlamda, siyasi süreçler kendi liderlerini yaratırken; 2001 yılından 20 yıl sonra, benzeri bir kaos ortamında soldan gelen partiler neden alternatif olamıyor sorusunun cevabı önemlidir.
Bu cevabı aramak için, her şeye rağmen favori olan UBP’nin ne yaptığı sorusunu sormak yerinde olur. UBP’nin senelerdir kitle mobilizasyonu için kurultayları kullandığı açıktır. Mahkemelik olan kurultaylardan, gerçekleşmesine izin verilmeyen kurultaylara kadar birçok örnek var. Kurultay, seçimin ön hazırlığı olarak görülürken, aslında “a la UBP” bir siyasi süreç yaratmaktadır. Siyasi süreçlerde, kendine özgü koşullarına uygun olarak siyasi öncüleri yaratmakta, politik hareket canlı kalmaktadır.
Sol partilere dönüp baktığımızda ise kurultaylar sönüktür. Öncelikle kurultaylarda yarışan görüşler yoktur. Geçtiğimiz aylarda YKP’nin kurultayı, küçük bir grup insanı bir araya getirdi. Bağımsızlık Yolu kurultayında da benzeri bir tablo vardı. TDP’nin kurultayına baktığımızda ise Cemal Özyiğit yeniden başkanlığa getirilirken, kurultay yine kitlesel bir hareket yaratma dinamizmi yine yoktu. CTP’nin son kurultayına da dönüp baktığımızda, “Gülümse” sloganıyla, başkanlık seçimsiz gerçekleşti. Yine siyasi bir hareket yaratılmadı. Hatta tam aksine, partinin birlik ve beraberliği adına “tek adaylı seçim” adeta bir ön koşul haline geldi.
Bugün, tüm sol oluşumlarda önceden “uzlaşılmış” tek başkan üzerinden seçimsiz ve siyasi süreç yaratılmadan bürokratik bir zorunluluk olarak gerçekleşen sol parti kurultaylarında tercih edilen yöntem doğal olarak siyasi öncü yaratma kapasitesine sahip değil. Toplumsal hareketlerin de kısırlaştığı bu dönemde, yeni siyasi öncülerin ortaya çıkma ihtimali de ortadan kalkmış oluyor.
Tüm bu koşullar doğal olarak, partilerdeki ağırlık sahibi olan seçkinlerin statükosunu da yaratmaktadır. Oluşan bu statüko, yeni bir siyasi dil yaratmayı engelleyen ve sol mücadelenin aşınmasına neden olan bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Sağın çıkar dinamizmi yarattığı hegemonya seçim sandığına olumlu yansırken, soldaki “temkinli” siyaset, statükonun ekmeğine yağ sürüyor. Sağdan bir beklentisi olmayan kitleler ise solun içine kapanmış hali nedeniyle marjinalleştirilerek, sessizleştirilen ve temsiliyetten uzaklaşmaları ile sonuçlanıyor. Bunun sandıktaki karşılığı da “boykot” olarak ifade ediliyor. Dahası, meclise kapağı atmayı başaran veya başaramayan partiler, özeleştiri yapmak yerine, “boykotçu” kesimi günah keçisi belleyerek kutuplaşmanın derinleşmesine neden olurken, suçlama oyunlarının esasen sağ hegemonyanın güçlenmesine neden olduğunu da göremiyor veya görmek istemiyor.
Sonuçta, tepeden inme bir siyasi öncülüğün oluşmadığı, oluşsa da karşılık bulmadığı açıktır. Sosyal, ekonomik ve siyasi hareketlerin getirdiği süreçlerde aktör olmadan, solun kendi karşı hegemonyasını oluşturması mümkün değildir. Hal böyle olunca, solun, sağda yaşanan tüm krizlere rağmen, bir yenilgi yaşaması ihtimal dışı değildir. Yenilgi sonrasında ise politik süreçler yaratılıp yaratılmayacağı sola dair bir gelecek tahayyül etme imkanı olup olmadığını da gösterecektir.