İnsan kendisini gerçek ile hayal arasındaki bir evrende bulunca, birdenbire kendisini samyeli vurmuş mayıs çirozu gibi hissettiği de oluyor.
Bütün insanlar gibi kitapların başkişilerinin hayalleri de her zaman yiyip bitiriciydi. Bizleri kendi girdaplarına çekme tehditi altında bırakırlardı.
İnsanların hayalleri tehlikeliydi.
Hayallerin güç için korkunç azimleri vardır.
Ve her birimiz başkalarının hayallerinin kurbanıydık.
Kendimizi bulacağımız kitaplara belki de ihtiyacımız olan en önemli andan, dönüşümden başlamak gerekiyor.
Dönüşüm – Franz Kafka ( Sanayi toplumunun ortaya çıkışıyla insanın bir böceğe dönüşebileceğini ve bu dönüşüme insanın kendisinin bile rıza gösterebileceğini anlatıyordu. )
Şato – Franz Kafka ( Bir üst organizasyon olan devletin, bürokrasinin ardına saklanıp buharlaşabileceğini ispatlıyor. )
Dava – Franz Kafka ( Tek bir insanın varlığı üzerinden hukukun baskı unsuru haline dönüştürebileceğinden bahsediyordu. )
Dava ve Ceza Kolonisi ( İnsanların korkular üzerinden kendiyle yabancılaşıp boyun eğmek zorunda bırakılabileceğini gösteriyor.)
“Kafka’ya göre batı Avrupalı yazarlar ise, yaşanan dönüşüme direnmek yerine kaçınılmazlığını ortaya koymuştu.”
Kaçınılmazlık hayallerin gücüne benziyor. Yaşantıların kaleme alındığı yerde bulmak istersek kendimizi;
İki Şehrin Hikâyesi – Charles Dickens ( Sanayi toplumunun gereksinimi olan ucuz işgücü yüzünden kalabalıklaşan şehir insanlarının yaşantısını kaleme almıştı. )
Eugenie Grandet, Köylüler ve Balzac ( Taşrada kalmada direnen, kırsal nüfusun kilisenin kontrolünde olduğunu görünür kılmıştı. )
Sanayileşmenin gereksindiği hammadde için dünyanın kalan yarısını sömürmeyi görev bilen zihniyeti ve onun uzaktaki toplumlara sömürgen bakışını kaleme alma görevi ise Joseph Conrad’a düşmüştü.”
Moby Dick – Herman Melville ( Kaptan Ahab ile Moby Dick arasındaki çatışma insan ile doğa arasındaki çatışmaya ve insanın doğayı kontrol altına almasına gönderme yapmıştı. Melville, yaşanan bu dönüşüme ve yitirilmekte olan insani, direniş yöntemi olarak Katip Bartleby adlı öyküsünü kaleme almış. İlk kez sivil itaatsizlik ve pasif direniş fikrini de paylaşmıştı. )
Kırmızı Leke – Nathaniel Hawthorne ( Kırsal kesimde kilise üzerinden toplumun nasıl baskı altına alındığına vurgu yapıyor. )
Tom Amcanın Kulübesi – Beecher Stowe ( Çalışanlara kölelik düzenini işaret edip işletme sahibinin insafına bırakılmış çalışma hayatına razı olmanın normal olarak algılanmasına katkı sunmaktaydı. Buna ölümü gösterip sıtmaya razı etmek denmişti.)
Çimen Yaprakları Şiiri – Walt Whitman ( Yitirilmekte olan özgürlüklerin peşinde koşması gerektiğini haykıran manifestoya imza atmaktaydı. )
Yeraltından Notlar – Dostoyevski ( Kırsaldan kopmakta kararsız kasaba insanının yaşadığı çelişkileri, ruh halini anlatır. )
Yaşar Kemal şu notları düşmüştü; “Benim için 20. yüzyılı en iyi anlatan roman hangisidir derken üç eser arasında gittim geldim, Heller’in ‘Catch 22’, Şolohov’un ‘Ve Durgun Akardı Don’ ve Remarque’ın ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’. Remargue’ın kitabını gençliğimde okumuştum. Bu kitap 20. yüzyıl dünyasının el kitabı sayılabilir. Böylesi kitaplar büyük ustalıkla yazılır, dahası can pahasına yazılır. Hatırlayalım, bu kitabı Hitler meydanda yaktırmıştı. Bu kitabı bir daha okudum. Yıllar önce yazılmış bu kitap daha bugünlerde yazılmış gibi. Böylesi kitapları insanoğlu sonuna kadar götürecektir.”
Peki kimde bulacağız kendimizi, hangi roman kişisine sığınacak insan. Hangisinin yüreğindeki karanlığın sinsi ve aşağılanmayı benimseyen tarafları benziyor bize. Sonuçta hangimizin yüreği sert ve dalkavukça atıyor. Kimler dünyayı ateşe verecek bir yangını başlatıyormuş gibi hissediyor.
“Budala” romanınında, Knyaz Mışkin çok sağlıklı ilişkiler kuramamıştı.
“Kumarbaz” romanınında, sevgilisi Polina karşısında aşağılanmayı benimsediği için kahraman olamamıştı.
“Delikanlı” romanınında, Versilov akıllıca, sinsi ve sonuçta sert bir dalkavuktu.
Papini şöyle demişti; “Saman alevi sevinç ateşiydi, yapay bir ateşti, kızların rüzgâr gülüydü, gülünecek, eğlendirici şeylerdi ama bugün kendimi hiçbir zaman söndürülemeyecek ve dünyayı ateşe verecek bir yangını başlatıyormuş gibi hissediyorum!”
Giovanni Papini- Bitik Adam
Gelin, Dostoyevski’nin hayatındaki en önemli gerçek hikayeye bakalım;
Dostoyevski Çar’ın baskı döneminde, arkadaşlarıyla bir sohbet grubu kurmuştu. Yakalanmıştı. 28 yaşında idam isteğiyle yargılandı.
Mahkemenin sonucunu beklediği gece hücresinden alınmış, ölüm kararı yüzüne karşı okunmuştu. Papaz günah çıkarttırdı. Gözleri kapalı olarak bir direğe bağlanıp, müfreze karşısına geçirilmişti.
“Ateş” emrini beklerken gerçek karar Dostoyevski’ye bildirildi.
Aslında mahkeme sekiz yıl hapis vermiş, Çar bunu dört yıla indirmişti; ama sırf Dostoyevski’ye ders olsun diye böyle bir gösteri planlanmıştı.
Böylece Dostoyevski “ölüm”le tanıştı; oysa bu sefil oyunda asıl keşfettiği şey, “yaşam”dı.
Hangimiz hayal ile gerçek arasında, hangimiz ölüm ile yaşam arasında bulacak kendisini.
Birlikte yine gerçek bir anıya bakalım;
Stefan Zweig’a göre dört yıl sonra Dostoyevski’nin yaralı parmaklarından zincirleri çıkardıkları zaman sağlığı bozulmuş, şöhreti uçup gitmişti, ama onun kırık dökük bedeninden her zamankinden daha parlak fışkıran tek bir şey vardı;
Yaşama sevinci…
Ne zaman kırık dökük bedenimizden her zamankinden daha parlak ve fışkıran bir yaşama sevinci çıkacaktı.
Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağamın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek fırtınayla sarılmış durumda yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmam da gerekse; o şekilde yaşamak, şu anda bir yarım saat içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir.
Bu sözler Dostoyevski’nin Suç ve Ceza kitabında Raskolnikov karakterinin sarf etmiş olduğu sözlerdir. Aslında Dostoyevski’nin idam anında yaşamış olduğu tecrübelerin aktarıldığı bir metindir.
Kafka ve Camus dahil karanlık Avrupa romancıları Dostoyevski’nin edebiyatla aktardığı yaşama sevincini anlamamakta inat ettiler.
Kafka iyi romancıydı ama hayatı tümden karanlıktı. Aslında onu da anlamak lazım tabii de. Garibandı Kafka. Nazizme denk gelmişti. Üstüne üstlük birlikte olduğu bütün kadınlar Kafka’yı terk etmişti. Milena’ya mektuplar nasıl çıktı ortaya sanki.
Dostoyevski’de insan sevgisi vardı. İnsana çok güvenirdi. İnsan dostuydu.
Budala romanının başlarında şöyle anlatırdı; Bir insanı yalnız ayağını koyabileceği kadar sonsuz bir uçurumun kenarına koyun. O uçurumun kenarında üzerine yağmurlar yağsa, karlar altında o uçurumun kenarında yoksulluk içinde yaşasa dahi yine de yaşamaya devam etmek ister, demişti.
Dostoyevski önce karanlığı önümüze yığar, yığar, yığar, insanın bütün karanlık tarafını, bencilliği, şiddeti, kötülüğü gözlerimizin önüne sererdi.
Toprağa atom bombası da düşse, ormanlar yansa dahi, ot bitmez denen yerden tekrardan yeşil yaprakların filizlendiğini görmüştü.
İnsanı iyi tanır ve yüreğindeki büyük cevheri bildiği için de yığdığı bütün karanlıkların içinden insanı ışığa çıkarırdı. Bütün romanları karanlığın içinden çıkan ışığı bize gösterir, her şeyin ve insanın ışığa doğru gittiğini anlatırdı.
Dünyayı güzellik kurtaracak sözü Dostoyevski’ye aittir.