Kasiyer Bahire | 1. Bölüm ⏰💰 :
https://gazeddakibris.com/kasiyer-bahire-1-bolum-⏰💰-tevfik-aytekin/
Kasiyer Bahire | 2. Bölüm ⏰💰 :
https://gazeddakibris.com/kasiyer-bahire-2-bolum-⏰💰-tevfik-aytekin/
İnsanın aklını başına getiren acının doruğunda, bütün zorluklara karşı istediğimiz cevabı veremeyecek kadar cılız. Gerçek olmayan bir şeyi hayal edemeyecek kadar baskı altında. İlgilendiğimiz şeyleri anlayamayacak kadar fırsatsız, inancımızı ortaya çıkaramayacak kadar kaybolmuş, yeni günümüz işte böyle başlamıştı.
Öğle olmuştu.
Gardiyanlar jandarmalarla birlikte içeri girdi. Avluya, herkes avluya, hadi, çabuk-çabuk diye bağırıyorlardı. Hepimiz avlunun ortasına diziliverdik. Sabah sayımı gibiydi. Anlamamıştım.
Kimse koğuşa girmeyecek dediler. İçeriden sesler geliyor, arama yapıyorlardı.
Gardiyanlardan biri bahçedeki döşekleri tekmeleyerek devirdi. Alıp alıp kenara atıyordu. Hâlbuki o döşekleri bu sabah sebze kasalarının üzerine jilet gibi dizmiştik. Bunların arasına bir şey sakaldınız mı diye bağırdı. Tipi ağaç kakana benziyordu.
Çok sinirlenmiştim. Gururum kırılmıştı. Sabahın erken saatinde cezaevinde tutsak uyanıyorsun, üstüne üstlük sırf çömez olduğun için her gün başkalarının yattığı döşeği düzenlice sana dizdiriyorlar, işte bu bana tokat yiyerek güne başlamak gibi geliyordu.
Şimdi döşekleri yine bize dizdireceklerdi.
Sabrım yoktu. Ama susmak zorundaydım. İtaat etmek zorundaydım.
Bizi saydıktan sonra gittiler. Bir şey bulamamışlardı. Kurallara uyan bir koğuştuk. Koğuş ağası Mehtap kurallara uymazsak bizi başka koğuşlara dağıtırlar, bizi başka cezaevine sürerler diye sürekli tehdit ederdi.
Koğuşa bir girdim, bütün dolapların içini yere boşaltmışlardı. Sanki koğuşa bir boğa girmiş de, burnuna sinek kaçmış gibiydi. Dolabımdaki bütün kıyafetler, notlarım, diş fırçam bile yerdeydi. Bardaklar, çanaklar kırılmıştı. Kaşıklar, çatallar dahi yerdeydi. Fotoğraflar sümüklü mendil gibi büzüştürülmüş, yere atılmıştı. Çöpler yere devrilmiş, yere saçılmıştı. Sanki zaman otuz yıl öncesi kadar vahşiydi.
Mehtap emirlerini savurmaya başladı; Bütün koğuşu avluya taşıdık. Yerlere kovalarla su döktüler. Mehtap yere bolca vim döktü. Sanki babası temizleyecek. Bir anda suratı şirrete benzeyen iki kadın geldi. Biz dört çömezin eline verdiler fırçaları, başımıza da kaşarlaşmış bir mahkum, bir saat köşe bucak fırçaladık yerleri.
Köpürdükçe köpürdü. Köpürdü köpürmesine de, belki yirmi kova su taşıdım arınması için. Yine de bana mısın demedi.
Biter mi hiç.
Verdiler elimize çekpası, çek anam çek.
Bütün bu insanlardan, her şeyden, gardiyanlardan, jandarmadan, dünyadan nefret ediyordum. Bitince avluya bir çay molası vereyim diye çıktım. Bırak molayı, çamaşırlarını yıkayıp asacaksın, bugün çamaşır günü dediler. Gün bitmiş, uyumuştum. Rüya bile görmedim.
Kafanı kaldırınca yüksek duvarlı avluda, gökyüzü bir çerçeve gibi kalıyordu. Yüksek duvarın ucunda bir kafa belirdi. On iki yaşlarında bir çocuktu. Ayşe’ye gösterdim. Sübyan koğuşundan onlar. Yatakları üstü üste dizip, birbirlerinin omzuna çıkıp bizi izlerler, sonra da gidip otuz bir çekiyorlar dedi.
Bugün voleybol günüydü. Sabahtan takımları kurdular. Çamaşır ipini gerdik. Sevcan’ın takımındaydım. Yeniliyorduk. Ben çok beceriksizdim. Tam bir sayı daha kaybediyorduk ki, avlunun ortasında kocaman bir kül tablası patladı.
İki yan avludan atmışlardı. Mehtap maçı durdurdu.
Kül tablasını müebbet koğuşundan attılar dedi. Herkes onlardan korkarmış. Keşke birinin kafasında patlasaydı da kül tablası, en azından bir asalak eksilirdi. İnsan müebbet mahkum olunca kaybedeceği bir şeyi de olmuyor haliyle. Neden attılar diye sordum? Müebbet koğuşunda herkese yatacak yer olmadığı için, nöbetleşe yatıyorlarmış. Bizim gibi döşekleri de yokmuş. Döşek yerine okul sıralarının oturaklarından varmış. İki müebbet mahkum kendi arasında o tek sırayı bölüşüp, biri gece diğeri gündüz yan bir şekilde tahta üzerinde uyuyorlarmış.
Gündüz uyuyanlar atmıştır dediler. Voleybol maçı suya düşünce bizi un çuvalı taşımaya götürdüler.
Un çuvallarını kadınlara taşıtıyorlarmış. Önce bizi koğuştan çıkarıp gardiyan yemekhanesine götürdüler. Koridora çıkmak, başka koğuşların mazgallarını görmek, başka insanları görmek iyi gelmişti. Cezaevinin mutfağını ilk kez görüyordum. Bütün ekmekler burada pişiriliyordu. Temiz bir yerdi.
Elli kiloluk un çuvalı kadınlara mı taşıtılır kardeşim. İmanımız gevredi. İki kişi bir çuvalı zorla taşıyorduk.
Yine bir baktım sabah oluvermiş. Yorulmak iyi geliyordu. Eziyetli de olsa düşünmeye vaktim olmuyordu.
Dikkat ettim de, avludan gökyüzüne bakınca, her geçen gün güneş parladıkça mavi-siyah kırlangıçlar duvarın üzerindeki tellere daha da bir konmaya başlamıştı.
Bir kırlangıç gagasıyla cama vurursa, uzun süredir haber alınamayan iyi bir arkadaşla buluşmaya işaret edermiş derler. Keşke biri cama vursa da, beni de birileri görmeye gelseydi.
Benim yanıma birini daha verdiler, müşahede koğuşunu temizlemeye gönderdiler bizi. Hırgür çıkaranları müşahede koğuşunda yatırıyorlarmış.
Ama nasıl pis bir koğuş. Klorak döksen temizlenmez. Mavi çarşaflar griye, karo taşları siyaha, yastıklar çürük sebzeye dönmüş.
Yerde melamin tabakların içinde iki günlük fasülye yemeği bekliyordu. O fasülyeyi alırken ağzım burnuma gelmişti.
Temizlikten kasıtları da sadece ortalığı biraz toparlayıp çöpleri atmaktan ibaret. Düzen yine pis düzen, düzen yine ceza, eziyet düzeni.
İşimiz bitince üst kattan yürüttüler bizi. İlk kez avlu duvarlarının üzerini görüyordum. Uzun uzadıya bomboş bir bozkır manzarası vardı. Buradan yan yana dizili bütün avlular görünüyordu. Hepsi pisti. Çöplük gibiydiler. Birileri kartondan yaptıkları okey taşlarıyla okey oynuyordu. Gardiyan’da gördü benim gördüklerimi. Ama ses etmiyordu.
Akşamüstü olunca mektupları faksları getiriyorlar. Gardiyan gelip isimleri okuyor. Heyecanla acaba bana da faks gönderen, mektup gönderen var mı diye bekledim.
Heyecanımı da belli etmemeye çalışıyordum. Bir nevi şans burkan bir bekleyişti.
Ahmet Kaya’nın ‘Akşam olur mektuplar hasretlik bekler’ sözleri gibiydi. Hesap o hesap.
Ama bana yine kimse yazmamıştı. Hadi kimse yazmadı. O köpek babam da yazmadı. İş arkadaşlarım, çocukluk arkadaşlarım da yazmadı. Annem de mi yazmamıştı.
Tündüm içime. Kanayan burnumu çektim ciğerime. Belli de edemedim.
Avlu’da volta atarken önüme tak diye ufak bir kutu düştü. Üzerinde üç yazıyordu. Ayşe’ye bu ne diye sordum. Üç nolu koğuşa at demekmiş. Diyelim dokuzuncu koğuştasınız. Üçüncü koğuşta suç ortağınız var veya bir tanıdığınız. Yazıyorsunuz mesajınızı. Koyuyorsunuz ufak bir şeyin içine. Sarıyorsunuz bantla. Yazıyorsunuz üzerine mesajın gideceği koğuşun numarasını. Atıyorsunuz yan avluya ya da aşırtabildiğiniz kadar uzağa. Diyelim düştü altıncı koğuşa. Alıyor yerden birisi. O da üçüncü koğuşun avlusuna doğru savuruyor. Ta ki yerine varana dek.
Sabah sayılmayı beklerken kaldırdım kafamı yine gökyüzüne. İnsan unutuyor bir süre sonra gökyüzüne bakmayı. Kırlangıçlar biraz azalmıştı.
Öğle vakti bizi kantine çalışmaya gönderdiler. Yirmi metre kare bir yerde dağlar tepeler gibi dizilmiş kolilerin olduğu bir odaya girdik. Adına cezaevi kantini diyorlar. Kasada gardiyan oturuyor. Tipi de bal tutan parmağını yalar cinstendi.
Koridora doğru bir penceresi vardı. Koğuşların sorumlusu elinde siparişle geliyordu. Kumar oynanmasın diye cezaevinde para geçmezdi. Yakınların parayı cezaevine yatırıyor, bir hesap numarası veriyorlar sana. Kantinden haftalık ne alırsan oradaki parandan eksilirdi.
Migros alışveriş sepeti gördüm. Migros’dan mı araklanmıştı yoksa Migros yardım mı yaptı anlamadım ama. Siparişi bize okuyorlardı. Biz de kolilerden kasaya getiriyorduk. Kasiyer gardiyan da pencereden uzatıyordu.
Market beni burada da bulmuştu. Ne garip şey şu hayat. Sübyan koğuşu geldi. Yirmi karton sigara da vardı siparişlerinde. Almaları da yasak. Ama anlaştılar bir şekil. On karton vermeye razı oldu gardiyan. On karton Çestır marka sigara(Chesterfield).
Akşam dönerken bir gürültü koptu. On beş gardiyan bir mahkumu aralarına bir aldılar, ama sırtını nasıl yumrukluyorlar. Deviriverdiler adamı yere. Ciğeri söküldü mübarek. O bağıran, isyan eden adamdan da eser kalmadı.
Kaldırınca kafamı tellere sarılmış beton çerçeveli gökyüzüne, kırlangıçlar biraz daha azalıyordu.
Sabah Mehtabın yanına kitap okumak istiyorum diye gittim. Önce dilekçe yazacaksın cezaevi kütüphanesine dedi. Üç kitap ismi yazma hakkın var. Hangisi onaylanırsa o gelirmiş.
Ne uzun işler arkadaş, alt tarafı kitap okuyacağız. Bunları diyemedim ama, Mehtap dilekçemi yazmama yardım etmişti.
Üç kitap yazdım dilekçeye :
1. Satranç – Stefan Zweig
2. Sırça Fanus – Sylvia Plath
3. Adı Aylin – Ayşe Kulin
Öğleyin beni bu sefer manava gönderdiler çalışmaya. Herkes bana eşek gibi davranıyordu. Burada öğrendim. İnsanlar sömürmediği eşeğe ot da vermezmiş.
Bizim koğuştan çıkınca iki koridor ötede bir merdiven dibine manav kasalarını dizmişler. Yerde de bir tartı. Başında üç kişi. Alın size manav.
Bir çömez lazım ki, koğuşlara poşetle siparişleri taşısın. Salatalık, patates, soğan ve meyveler vardı.
En güzel yanı da beleşe çilek yemek, beleşe kayısı, erik yemekti.
Bir bağrış geldi yukarıdan. Müşahede hücresinde yatan travestilerden geliyormuş. Kimse onlara tecavüz etmesin diye onları tek kişilik hücreye koyarlarmış. Aşklarım benim diye bağırıyordu birisi. Müşahede koğuşunu gördüm de,müşahede hücresini yeni duyuyorum.
Erik ve kayısı sipariş etmişler. Götürdüğümde gördüm hücrelerini. Ufak, dikdörtgen bir tuvalet kadardı. Uzun fakat bir o kadar bakımsız saçlı, kot pantolonlu birisi vardı. Korktum ondan. Çok bakamadım. Ne dediyse duymadım bile. Poşeti uzatıp bir çırpıda kaçıverdim gerisin geri.
Bir koğuşa salatalık ve soğan götürdüğümde sakallı biri geldi mazgala. Cezaevinde ilk kez gür sakallı bir erkek görüyordum. Meğer onlar siyasi suçluymuş. Onlara sakal uzatmak serbestmiş. Mazgaldan baktım geniş bir koğuştu. Bir adam daha gördüm. Sararmış plastik bir masanın yanında oturuyordu. Salatalıkları alan sakallı adam tespih ister misin diye sordu. Param yok ki dedim. Al dedi. Benim hediyem olsun. Soğuk mavi bir tespihti. Altmışlarında bir adamdı. Gözleri ıslaktı. Ağladınız mı diye sormuştum.
Sadece kötü oyuncular ağlamaya çalışır. Sadece kötü oyuncular gülmeye çalışır.
Sadece kötü oyuncular sarhoş olmaya çalışır dedi.
Felsefe yapıyor bunak herif. Salak herif. İlla önemli bir şeyler söylemeye gayret edecek. Tespihine de sana da şimdi diyecektim, ama diyemedim işte.
Daha cevap bile vermeden; değişim rüzgârları estiğinde bazıları duvarlar örer, bazıları ise yeldeğirmenleri inşa eder demişti. Bu adam geçerken salaktı. Katıksız salak. Kafayı yemiş. Şimdi anladım siyasi suçluları neden tek başlarına kocaman koğuşa koyduklarını.
Geri dönüp biraz daha beleş çilek ve erik yedim. Yetmedi üzerine salatalığı tuzlayıp yedik. Tartıda bir cami hocası vardı. İmam yanlış tartmaz, kul hakkı yemez diye koymuşlar. Göz hakkı diye beş kilo çilek yedi şaşkaloz hoca. Yahu adam bizim yediğimiz kayısıların çekirdeğini bile istedi bizden. Ezmesini yapacakmış. Ulan ben yemek yiyemiyorum, adam cezaevinde kayısı çekirdeğinden ezme yapma derdinde. Trafik kazası yüzünden girmiş içeri. Suçu yokmuş. Zaten şu cezaevinde kime sorsanız suçu yok anasını satayım. Tek suçlu benim mübarek. Herkes mağdur, herkes masum. Erkeklerin çoğu kadın meselelerinden içeri düşmüş. Kadınlar olmasa suç da olmayacak. Bu kadar geri zekalıyı bir araya nasıl topladılar acaba.
Son bir sipariş daha vardı. İkişer kilo soğan ve kayısı sipariş etmişlerdi. PKK’lıların koğuşuymuş. Üç kişi vardı içeride. Onlardan da korktum. Gözleri ve bakışları korkutucu, değişik gelmişti. Bizim markete gelen İranlılara benziyorlardı. Tenleri çok yanık, kara gözlü, kara saçlıydılar. Yürüyüşleri, el kol hareketleri, hayatta kalmayı başarmış insanlara benziyordu. Ne onlar benimle konuştu ne de ben onlarla.
Manava döndüğümde kimse yoktu. Koğuşa dönsem mi yoksa biraz gezsem mi? Koridorun duvarına asılı kartlı telefonun yanında biraz bekleyeyim dedim. Bir mahkum telefonla konuşuyordu. Böylece beni sırada bekliyor diye düşünürler dedim.
Adam, eşi telefona gelsin diye kaynanasına yalvarıyordu. Bayağı bir yalvardı. Onunla konuşmak istemiyormuş kadın. Adam kızlarıyla konuştu. Çocuklara da yalvardı. Eşi telefona yine gelmedi. Adam telefonu kapatacak gibi olunca tüydüm oradan. Bir gardiyan geliyordu. Telefon başı boş değilmiş. Konuşacağın numarayı ve kiminle görüşeceğini, tarihi, saatini kağıda yazıp o gardiyana veriyormuşsun.
Açık bir kapı gördüm. Tekerlekli sandalyede bir adam oturuyordu. Antepliymiş. Sonradan öğrendim, adı İzzet’miş. Ayağından vurulmuş. Gayrı-meşru birisiymiş.
Gizlice yanındaki kapıdan girdim. Kütüphane’ye gelmiştim. Fena yer değildi. Rahat dört yüz kitap vardı. Raflardaki kitaplara bakmaya başladım. Pencerelere baktım. Pencereleri büyüktü. Birisi aralıktı.
Koğuşa geri döndüm.
Sabah avukatın geldi dediler. Üçüncü mahkemede çıkarsın dedi. Çıkamamıştım. Tutukluluğumun devamına diye karar verdiler. Bir ay daha bekleyecektim. Bir ay daha eşeklik.
29 Ekim günüydü. Bugüne özel yüz yüze görüş açtılar. Beni kimse görmeye gelmedi. O şerefsiz sanal betçi abim bile gelmemişti.
Yaşar Kemal’in Orhan Veli’ye yazdırdığı ‘Mapushane İçinde Üç Ağaç’ isimli şiiri gelmişti aklıma.
Akşam olur mapushane kilitlenir
Kimi kağıt oynar, kimi bitlenir
Kiminin temyizden evrakı gelir
Düştüm bir ormana yol belli değil
Yatarım yatarım gün belli değil.
Mapushane içinde üç ağaç incir
Kolumda kelepçe boynumda zincir
Zincir sallandıkça her yanım sancır
Düştüm bir ormana yol belli değil
Yatarım yatarım gün belli değil.