Kasiyer Bahire | 1. Bölüm ⏰💰 :
https://gazeddakibris.com/kasiyer-bahire-1-bolum-⏰💰-tevfik-aytekin/
Kasiyer Bahire | 2. Bölüm ⏰💰 :
Yemin ederim ben bir şey yapmadım diyecek kadar bile zamanım olmadı. Sanki herkes bir olmuş da, beni içeri tıkmak için çaba sarf ediyorlardı.
Annem bana bir avukat bulmuştu.
Avukat, merak etme bir şey olmaz dedi ama,
Savcı; sen çok rahat yalan söylüyorsun diyerek tutuklanmamı istemişti.
Avukat, merak etme sen savcıya bakma dedi ama,
Hakim beni cezaevine göndermişti.
Avukat, merak etme ilk mahkemede çıkarsın dedi.
Polis beni cezaevine teslim etmişti.
Girişinde dedektör olan bir odaya girmiştim. Soldaki uzun kürsünün üzerinde önlerinde bilgisayar olan üç polis vardı. Ayakkabılarımı çıkarmamı istemişler, bana terlik vermişler, ayakkabımdaki bağcıkları almışlardı.
Başka bir suçum var mı diye kontrol ettiler. Başka suçum yoktu.
Diğer kapıdan çıkıp bizi başka bir odaya götürmüşlerdi. Bizi diyorum çünkü benden başka tanımadığım iki adam daha vardı. Adamların sırtı bükülmüştü.
Beni başka bir odaya aldılar.
Kadın polis sütyenimi çıkarıp ona teslim etmemi istemişti. İtiraz ettim. Hapishaneye sütyen içinde olan demirle giremezmişim. Sütyenimin içini, kıyafetlerimi, göğüslerimin altını kontrol edeceklermiş. Üzerini çıkar dedi. Açık, soğuk mavi bir duvarın önünde sadece kilotla kalmıştım. İtiraz etmiş fakat direnememiştim.
Parmak izlerimi almak için masa üzerine ruloyla mürekkep sürdü. Avuçlarımı basıp gösterdiği kağıtlara basmamı istemiş, parmaklarımı basıp gösterdiği kağıtlara basmıştım.
Giyindim. Avuçlarım simsiyahtı.
İlk demir parmaklıkları geçtikten sonra uzunca bir koridora girmiştik. Koridorlar, demir parmaklıklar, her yer pembeye boyalıydı.
Koridordaki ikinci aradan sola döndük. Muazzam bir gürültü başlamıştı. Karşılıklı iki koğuş vardı. Gardiyan kadın soldaki koğuşun kapısını çaldı.
Sağdaki koğuşun demir kapısının mazgalından bir çocuk beline kadar sarkmış, dikey silindirden karavana tenceresinin üzerine bırakılmış bir paket sigarayı alıp mazgaldan koğuşa geri girince içeride âdeta kıyamet kopmuştu.
Gardiyan kadın yürü dedi. Mazgal açılmış, gardiyan geri çekilin demiş, beni içeri almışlardı.
Kapıdan girer girmez dümdüz yürüdüm. Durmadım, etrafa dikkatli bakamadım, çok sesli nefes alamadım.
Karşıda bir kapı daha vardı. Oradan da çıktım. Bir baktım ki dört duvar. Dört yüksek duvar. Başka bir yere gidemezdim. Filmlerde gördüğüm avlulara benziyor, kimse benim yüzüme dahi bakmıyordu. Merdivenlerin üzerindeydim. Avludan koğuşa çıkan altı basamaklı merdiveni vardı.
Dört duvarın kenarındaki taburelere çöreklenerek oturan dört öbek kadın vardı. Avlunun solunda boş bir tabure görmüş, oturmuştum. Hemen yanımdaki çeşmeden azar azar akan su, siyah, büyük boy, plastik çöp bidonlarına doluyordu.
Avuçlarım simsiyahtı.
İki kadın kartona çizdikleri şekillerle kumar oynuyordu.
Bir kadın oturdu iki adım öteme. İştahlıca nohut yemeye başladı. Kaşığını bolca doldurup ağzına atıyor, ekmeğini nohutun suyuna bandırıyordu.
Elli yaşlarında Boşnak bir kadına benziyordu. Büyük mavi gözleri, sarıya dönük soğuk beyaz bir teni, soğuk sarıya boyalı düz uzun saçları vardı. Belli ki saçları gençliğinde de sarıydı. Nohut yemeğinin suyunu iştahlıca kaşıklayarak içmeye başlamıştı.
Çeşmeden siyah bidona su damlıyordu.
Bir kadın geldi yanıma, sonradan öğrendim ki Antepliymiş. Gel elini yıkayalım dedi. Avlunun karşı çaprazındaki temiz su mazgalının oraya geçmiştik. Avlu olsa olsa üç artı bir ev kadar ancak vardı. Kapkara avuçlarımı yıkamam için bana yardım etmişti. Üzerini çıkar ve şu beyaz atleti giy dedi. Yazları burada yıkanılıyormuş. Pantolonu da çıkar deyince, aramızda sert bir tartışma başlamıştı. Bizi ayırdılar. Beni koğuşun sorumlusu çağırmış.
Koğuştan avluya çıkan kapının hemen sağındaki ufak aralıkta sadece kendisine ait tek bir ranzası vardı. Otur, kağıdını ver deyince itiraz edemedim. Kağıt dediği girişte bize verilen suçumuzun yazdığı bir kâğıttı. Otoriter bir kadındı. Almanya’da adli tıp uzmanlığı yapmış. Siyah ütülü pantolonu, sakız gibi temiz beyaz bir gömleği, uzun siyah saçları parlak ve biraz elektriklenmişti. İdareyle arası çok iyiymiş. Herkesin dilekçesini o yazar. Hükümlülere, tutuklulara akıl verir, avukatlarıyla nasıl konuşmaları gerektiğini o anlatırmış.
Sinir hapı, uyuşturucu, ağrı kesici kullanıyor musun diye sordu. Yok dedim. Adı Mehtapmış. Suçunu anlatmayacak, kimseye suçunu sormayacak, kavga etmeyecek, düzene uyacaksın dedi. Suçunu anlatma dedi ama sonradan öğrendim ki, Mehtap iş ortağına önce arabasıyla çarpıp, sonra üzerinden arabayla altı yedi kez geçerek öldürmüş.
Burası temiz koğuştur, düzenlidir, temizliğe uyarız demişti. Yazın bahçede iki günde bir, kışın tuvalette üç günde bir yıkanır, çamaşırlarımızı avluda yıkarız. Bana bir telefon kartı vererek aileni ara hesabına para yatırsınlar, marketten haftalık alışveriş yapabilesin dedi. Seni bir gruba yazacağım. Kahvaltılık, temizlik malzemesi dahil ortak alışveriş yapacak, ortak yiyeceksiniz. İdarenin yemeği kötü oluyor, istersen yersin demişti. Haftada bir kere koğuşu temizleriz. Yeni gelenin görevleri olur, diğer yeniler geldikçe görevlerin azalır. Arada mazgal nöbeti tutacak. Kapıyı çaldıklarında beni çağıracaksın dedi. Sana her zaman mektupla veya faksla dışarıdan yazabilirler. Avukatın ilk mahkemede çıkarsın demiş ama, beş mahkemeden aşağı çıkamazsın, hadi şimdi avluya çık suları doldur demişti.
Volta atanlar vardı. Volta atanın önüne geçilmezmiş. Bunların bir kısmı hırsız, bir kısmı pis kokan, bazıları dişlerini dahi fırçalamayan, hepsi kocalarından dayak yemiş kadınlardı.
Ben öyle miydim, prensesi gibiydim buraların. Bunların savunulacak tarafı mı var. Bunların bir kısmı dışarı çıkınca içki içer, sarhoş olur, zaten bunlar erken ölür.
Ben öyle miyim. Ben zamanı gelince elbet bir kraliçe gibi olurum.
Bunlara akrabaları, arkadaşları, komşuları sarkıntılık da etmiştir. Kalitesiz kadın bunlar. Baksanıza bir kısmı başını da örtüyor.
Sonraları Bimala isminde Hintli bir kadın anlatırken dinlemiştim. Gazipur diye bir yerde, yetmiş üç metrelik bir çöplüğün üzerinde yüz elli bin insanla birlikte dört yıl yaşayıp buralara kaçmış, sonra hırsızlıktan yakalanmış. Ne kadar pis bir kadın olduğunu siz hayal edin artık. Bunu yıllarca yıkasak pisliği akmaz. O kadar iğrenç bir kadın.
Böyle insanların savunacak ne tarafı olabilir ki. Bunların bir kısmı Allah bilir evin ikinci kadını da olmuştur. Ben öyle olmam. Ben kocamın tek karısı olacağım. Bunların hepsi korkak, cahil, fakir ve hâlen daha çocuk gibiler. Yarım akıllılar.
Akşam yemeğini yemedim. Hava kararmış, televizyonda Kemal Sunal’ın Koltuk Belası filmini izliyorduk. Kumanda Mehtabın elindeydi. Üç beş çay içip melamin tabağın dolusu çekirdek yemiştim.
Film bitince hep beraber döşekleri yere sermeye başladık. Döşekler gündüz avludaki kasaların üzerinde duruyordu.
Koğuşta Mehtabınki dahil beş ranza var, koğuşta yirmi tutuklu dört hükümlü vardı. Döşekleri yere serip menemen testisi gibi dizilip yatmıştık. Işığı sordum. Işık hiçbir zaman kapatılmazmış.
Kimse kimseye tecavüz etmesin, kimse kimseyle sevişmesin, kimse kimseyi öldürmeye, taciz etmeye, yaralamaya kalkmasın diye idarenin koyduğu bir kuralmış. Floresan tepemizde, gram uykum yoktu. Kadın gardiyan gelip önce avlunun kapısını kitledi, sonra herkesi saydı ve gitti.
Giderken Mehtaba kilit eskimiş demişti.
Yanımda yatan kadına sordum. Avlunun kapı kilidini biz alıyormuşuz. Koğuştaki ampüller, prizler, her ne görüyorsan biz alırız. Dolapta kıyafetler var, yeni gelen birisinin kıyafeti olmaz da giyer diye gidenler bırakır, sana da nasip olsun inşallah demişti. Bak vantilatöre, demirleri yok. Kesici, delici şeyler yasak dedi.
Bu kadını sevmiştim. Kırklarında, adı Ayşe’ymiş. Mehtap herkes uyusun diye bağırmıştı.
Kalkın sesiyle irkilerek uyandım. Gözümü açmamla kalkmamız, koğuşa gardiyan ladının girmesi, elimize döşekleri alıp avluya atmamız bir oldu. Bahçe’de bizi U düzen dizdiler. Bir anda içeri beş-altı gardiyan kadın girdi. Avlu parmaklıklarını copla kontrol ettiler. Yanımıza gelince sağ baştan say diye bağırdı. Bir, iki, üç, on dokuz diye bağırdıkça kafamızı sağ omzumuza çeviriyorduk.
İnsanın aklını başına getiren acının doruğunda, bütün zorluklara karşı istediğimiz cevabı veremeyecek kadar cılız. Gerçek olmayan bir şeyi hayal edemeyecek kadar baskı altında. İlgilendiğimiz şeyleri anlayamayacak kadar fırsatsız, inancımızı ortaya çıkaramayacak kadar kaybolmuş, yeni günümüz işte böyle başlamıştı.