Radyoda “Ave Maria” çalıyordu…
Radyolar yavaş yavaş şehri bırakıp gidiyordu…
Franz Schubert yanıma gelmiş oturmuştu…
Maria Callas karşımızda tüm zarafetiyle duruyordu…
O şarkı söyledikçe…
Yazı masamdaki sigaramın ucundaki kül, kül tablasına düşüyordu…
Yaprağın dalından kopuşunu görmüştüm…
Üzüm tanelerinin salkımdan kaçışını görmüştüm…
Bir hurma yıkılıyordu, yıkılmak nedir, biliyordum…
Beni en çok etkileyen intihar girişimi, nedense külün sigaradan kopuşu olmuştu…
Hüzün arıyordum. Yanarak düşen külden başka bir şey bulamıyordum…
Sigarayı, küllerinden dolayı seviyordum…
* * *
Şair Ziya Ormancıoğlu gelir yanıma…
Küçük bir çocuk gibi otururum gazete binasındaki masasının yanına…
Dickens’ı anlatır bana uzun uzun. Dickens okumaktan bir an bile vazgeçtiğini görmedim…
Rum klasik radyosu durmadan çalar…
Bazen benimle konuşmayı bırakır, yanında olduğumu unutur…
Bazı insanlar güzel dinler…
Öyle bir dinler ki göçüp gider buralardan…
Sonra sigarasını içine çeker. Öyle bir çeker ki…
Ruhuyla baştan aşağı içer. Bazı insanlar güzel içer…
* * *
Çağlayan parkını anlatır bana…
Dostlarıyla uzun uzun okudukları şairlerden, şiirlerden bahseder…
Defalarca aynı hikâyeleri ondan dinlerim de dinlerim…
Sanki ilk kez dinliyormuşum gibi hayretler içinde kalırım…
Lefkoşa’nın şairler şehri olduğunu hayal ederdim yanından her ayrılışımda…
Otobüsle köye dönerken, şairler şehrinden gitmek istemez gibiydim…
Bir hayal çizerdi bana, ben de çocuk aklımla çıkamazdım rüyalardan…
Keşke yine burada olsaydı, ben yanına yine otursaydım…
Birlikte dinlerdik Maria Callas’ı…
Birlikte içimize çekerdik bizi yok edecek sigara dumanını…
Bazıları güzel içer…
Bazıları güzel dinler…
* * *
Barlar açılır Şair’in şehrinde…
Kafeler açılır…
Bilgisayarda çalan şarkılar birbirine karışır…
Parıl parıl parlar duvarlar…
Işıklar birbiriyle dolaşır…
Sanır ki insan, duvarlar keten kumaştandır…
Mülakatlar yapılır…
Büyük büyük demeçler verir insanlar…
Yorumlar yapılır mavi ekrandan…
Ve bir gazeteci çocuğun çığlığı gibi…
Bağırırlar sokaklarda…
Şeher ne güzel de gelişiyor, diye…
* * *
Bazı geceler alır başımı giderim…
Yürürüm, insanların yürümek istemedikleri yere…
O sokaklarda 20 yıldır yürüyorum neredeyse…
Çocukları izliyorum sokaklarda yalınayak oynarken…
İşçileri görüyorum üst üste yıkık bir binada kalırken…
Bakkala geliyor, tek bir dal sigara istiyor bir adam…
Bir kadın geliyor, tek bir yumurta alıyor…
İnsanlar tek tek alıyor…
Tek atımlık bir hayat duruyor karşılarında…
Belli ki yarın ne olacak bilmiyorlar…
Yarınlar kimin için vardır ey Marx?
Seni köydeki odamın giriş kapısına asmıştım…
Siyah beyaz bir gazeteden kesmiştim fotoğrafını…
Annem kim bu adam demişti?
Dedem, demiştim ben de…
Ben ne Halil dedemi tanıdım ne de İbrahim’i…
En çok Marx dedemi sevmiştim…
En çok onunla vakit geçirmiştim…
Yarınlar kimin için vardır ey Marx?
* * *
Keten kumaş gibi duvarlar ana caddelerde…
Şehrin meydanlarında…
Şeher gelişiyor…
Duvarları keten kumaş gibi…
Rengârenk ışıklar sarmaş dolaş…
Birbirine karışıyor müzikler…
Cipler geçiyor sokaklardan… Ciplerden iniyor kadınlar, erkekler…
Motoru olmalı herkesin…
Özgürlük motorların lastiklerinden geçer…
Blue Jeans yırtık olmalı…
Ve enerjilerle ilgilenilmeli…
Dağda, damda, dar alanlarda…
Enerji vermeliyiz birbirimize daha güzel bir dünya için…
* * *
Sevgili Marx…
Senin fotoğrafını Dikilitaşa asacağım bir gün…
Bazıları seni uslanmaz bir hipster olarak görecek…
Bazıları seni imam zannedecek…
Bazıları seni uzak doğulu bir keşiş olarak düşünecek…
“Ave Maria” çalacak radyodan…
O zaman bir entelektüel olacaksın…
Köyden getirdiğim tezekleri savurtacağım sana…
Başıma bunca belayı neden açtın, diye bağırarak…
Bazıları bunu sanat sanacak…
Bazıları doğayla bütünleşmeye çalıştığımı düşünecek…
Bazıları da kafamı kesmek için sıraya geçecek…
Oysa ben…
Benim gerçek niyetim…
Başıma türlü türlü belalar açan bir adamdan…
İntikam almak olacak…
Bu yazı ilk olarak 8.8.2019 tarihli Afrika gazetesinde çıktı.