Uçuşların durdurulduğu haberini alır almaz Ada’ya dönüş yolculuğum başladı.
Neyse ki, bir gün önce PCR testini yaptırmıştım ve son uçaklardan birine yetişebildim.
TC’deki ilk PCR serüveni bahsedilesi…
Test kuyruğunda antikor testi pozitif çıkanlar, temaslılar, hastalık şüphesi olanlar ve yurtdışına çıkanlar beraberdik, şaka değil.
Bir ay önce 110 TL olan test ücreti de 250 TL’ye çıkarılmış, fırsatçılık utanç verici.
Maalesef bu rezil fırsatçılık muktedirin tahtını sarsmayacak; 500 TL olsa da, pamuk eller cebe tarifesi uygulanacak.
Kuvvetle muhtemel önümüzdeki seçimlerde de TC’de her iki kişiden biri Erdoğan’a oy verecek, O da, Bahçeli ve Erdoğan’ı huzura çağırıp “söyleyin bakalım hanginiz bana oy vermediniz” diye fırça çekecek.
Açıkçası Sabiha Gökçen fiziksel mesafe ve bol dezenfektan konularında gayet organizeydi.
Tabii sağlık için alınan tedbirler, uçuş maliyetleri söz konusu olduğunda hemen gevşeyiverdi nitekim uçakta boş koltuk göremedim. Madem dip dibe oturacaktık, niye alanı fiziksel mesafe çizgileriyle donatılmıştı… “Beynimi yiyorlar anne, beynimi yiyorlar”
Uçakta, Kıbrıs’ta karantinanın ücretlerinin yolcular tarafından ödeneceği ve salgın nedeniyle olası bir durumda hak talep edilemeyeceğine de ilişkin maddeler içeren bir taahhütname dağıtıldı ve imzalamayanın Kıbrıs’a giremeyeceği duyuruldu.
9 maddelik taahhüt içeren metnin altında da şu önemli not: “Bu formu yolculuğunuz esnasında doldurup, PCR (-) test sonucu ile birlikte yanınızda bulundurma ve sizden talep edilmesi halinde yetkililere teslim etme zorunluluğu vardır.”
Muhtemelen bir hukukçu elinden çıkmamış bu form mu, taahhüt mü, ne idüğü belirsiz metni imzalamak şarttı.
Büyürken ‘demokrasilerde çareler tükenmez’ klişesine bolca gark olmuş olduğumdan, e biraz da hukukçu kimliğim sebebiyle kimi maddelerin üzerini çizerek imzaladım. Uçakta, her 3 dakikada bir hava filtrelerinin değiştirildiği anonsu üzerine düşünürken “erör” verdim, uyumuşum. Uyandığımda inmiştik.
Ercan’da, gayet nev’i şahsına münhasır bir fiziksel mesafe anlayışı hakim.
İki uçak dolusu insan, yaklaşık 3 saat boyunca, alanın kapısında yakıt soluya soluya bekletildi; aç, susuz, sigarasız… Yolcular, polisler, görevliler burun buruna, mini kavgalarla. Kavgalar, görevlilerin ve devletin kolluk kuvveti olan polislerin “biz de emir kuluyuz” alttan almaları sayesinde neyse ki büyümedi.
İnsanların fiziksel mesafeyi korumalarına, sıra oluşturmalarına yardımcı olabilecek, kapı önündeki yığılmayı engelleyecek ne bantlarla belirlenmiş bir hat, ne de yeterli sayıda görevli vardı. Kapıda hayatından bezmiş bir polis, bir tane de alan görevlisi…
İçeriye girildiğinde görece daha iyi önlemler ve gayet organize PCR ekibi. Sağlık, zor koşullarda organizasyon konusunda iyi, doğası gereği…
Var olan karantina otellerinin doluluğu nedeniyle yeni oteller açılmış olduğunu öğrendik.
Önceki yolcular gibi otobüslere tıkıştırılıp boş oda bulmak için otel otel gezmesek de, burun buruna bir yolculuk sonrası, İskele’de bungalovlardan oluşan bir otele yerleştirildik.
Birkaç yüz yolcuyu, insanca koşullarda, gerekli sağlık önlemleriyle karantina otellerine yerleştirmekten aciz, zırtta bir toplanıp kararlar alan, adeta kafası kesik tavuk gibi hareket eden hükümet, sosyal medyada olduğu gibi, yolcuların da başat mavra konusu oldu.
Karantinada 40 saati geride bıraktık. Wi-Fi yok, televizyon yok, ihtiyaçları tedarik edebilecek görevli yok, odalarda resepsiyon ile temas kurmaya yarayacak telefon yok.
Sabah, öğle, akşam tak tak tak kapı çalınıyor, tatsız tuzsuz kumanyalar dağıtılıyor. Günaydın, iyi günler falan diyen, gülümseyen birini gördüğümde seviniyorum.
1970’li yıllarda sosyal psikolog Philip Zimbardo’nun insanların sosyal rollere nasıl davranış gösterdiğini inceleyen Stanford hapishane deneyi, gücün insanların gözünü nasıl döndürdüğünü çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymuştu.
Tıpkı o deneydeki gibi, buradaki güvenlik görevlilerinin ve polislerin birçoğu, karantinadaki insanlara maalesef abartılı el kol hareketleriyle, ne yapmaları ve ne yapmamaları gerektiğini bağıra çağıra anlatıyor.
İnsan en zor koşullarda dahi insanlığından vazgeçmemeli, nitekim bir arifin dediği gibi, “insan kendini fiilleriyle yaratıyor.”
Bazen dilin bile nutku tutuluyor, zamanı gelmemişken noktayı koyuveriyor.