Anlık kararlarla yönetilen bir ekonomik sisteme sahibiz. Piyasanın yarattığı koşullara göre kendini ayarlamış reel ekonomik sektörlerdeki büyüme performansı konusunda iş çoğunlukla şansa bırakılır.
Eğer şanslıysa ithal ettiği ürünler vaktinde Kıbrıs’ın kuzeyine ulaşacak…
Eğer şanslıylsa, yerel üretici ürettiği ürünlere alıcı bulup pazarlayacak…
Eğer şanslıysa, istihdam beklentilerini karşılayacak ve sorun yaşamayacak…
Eğer şanslıysa, süreç yönetimi sırasında karşılaşılan bürokratik meseleler vakitli çözülecek…
Eğer şanslıysa, ülkeye öğrenci gelecek…
Eğer şanslıysa, ülkeye turist gelecek…
Piyasa aktörleri (işçi, ücretli, memur, iş insanı yatırımcı vs…) olarak bu koşullara da adapte olmuş durumdayız. Mal, hizmet veya ürünlerde fiyat artışlarının, tedarik zincirlerinde yaşanan kırılmaların, devlet dairesinde bekleyen evrakların, ödenen harç ve masrafların tüketiciye yansıtılması gibi bir sürü sorunu “sürü zihniyieti” ile ele alıyoruz.
Yıllardır derinleşen sorunları ortadan kaldırmak yerine, sağından, solundan, üstünden ve de altından gelerek çözme konusunda hiçbir yerde olmayan eşi görülmemiş bir uzmanlığa sahibiz.
Ancak bu uzmanlaşma gurur duyulacak bir şey değil. Tam tersine, dünyanın hiçbir yerinde işe yaramayacak, kimsenin tekrarlamak istemeyeceği bir anlayışın tezahürü.
Bu durum, Kıbrıslıtürk ekonomisinin Türkiye Cumhuriyeti ile paralel giden ekonomik performansından ötürü şu aralar daha çok göze çarpıyor.
Türkiye’deki ekonomi yönetimi kötü bir performans sergiliyorsa, buradaki yapısal sorunlar daha can alıcı bir hal alıyor. İyi performans gösterdiğinde, sorunların merhemi tali çözümler ile öteleniyor. Ancak tali çözümlerin sorunları derinleştiriyor.
Şu an yaşanan ekonomik kriz dönemi, aslında tali çözümlerden öte uzun erimli reform ajandasını gerçekleştirmek için koşulların daha uygun olduğunu gösteriyor. Ancak siyasi irade şu an buna yönelik adım atmaktan kaçıyor. Boşa giden her gün ise daha büyük yapısal reformu gerekli kılıyor.
Yapısal reformlardan kast edilen nedir? sorusu bu noktada önemlidir.
Sol literatürde, 2008 krizi ile birlikte bir yapısal reformun olumsuzlandığı bir durum ortaya çıktı. Hiç şüphe yok ki, genelde 2008 krizi, özelde de Yunanistan’da yaşanan krizin insani boyutu ve Kıbrısın güneyindeki 2013 mali kriziyle ortaya çıkan “traşlama” politikası ile beraber ele alınan kemer sıkma politikaları gibi uygulamalar bahsi geçen anlayışın ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadı.
Ancak, yapısal reform sadece neoliberal bir ajanda etrafında yada daha özelde sadece mali tüketime dair olacak diye zorunluluk yoktur.
Yapısal olarak yaşanan sorunların çözümü yeni sosyal-ekonomik önlemler paketini de içerebilir. Kıbrıs’ın kuzeyine yönelik düşündüğümüzde, bu açıdan alınacak ekonomik önlemlerin belirsizliklerin azaltılması bağlamında ele alınması önemlidir.
Ekonomik anlamda belirsizliğin kaynağı veri noksanlığı ise, veri üretimi ve geliştirmesini yapacak kurumların kilit önemi ortaya çıkar.
Tabii ki, yeni kurulmuş bir İstatistik Kurumu’na sahip olan, çoğu verinin üretimi konusunda sıkıntılar yaşayan bir ülkede belirsizliklerin azaltılması önemli bir adımdır. Ancak bu sadece istatistiki veri ile sınırlı olan bir belirsizlik durumu olmadığı da açıktır.
Ticari işlemlerde süreçleri uzatan bürokratik engellerin azaltılması için aktif bir reform programının uygulanması ve bunun sahiplenilmesi, yerel ekonomik iklimle sınırlı olmayan bir uluslararası bacağı izolasyonlar ve Kıbrıs sorununun çözümü ile birlikte ele alınması ancak buralarda yeni tıkanıklar değil, tıkanıkları aşacak süreçler yaratılması açısından önemlidir.
Bir diğeri ve belki de çok daha önemlisi ise, ülkede sunulan eğitim niteliğinin uyumlaştırılması, kalitenin ve verimliliğin arttırılması ile ilgilidir. Çünkü ekonomideki temel sınırımız, beşeri sermeyamizin bizi götüreceği yere kadardır.
Arabesk bir ifade olan “Oxford vardı da biz gitmedik” anlayışın ötesine geçip, artık uluslararası kabul edilebilir standartlarda kamusal ilk, orta ve yüksek öğretim kurumları yaratmak kaçınılmazdır.
Çok uzun zamandan beri ülkede “kalifiye eleman eksikliği” olduğunu biliyoruz. Bunu kimi zaman teknik okullara olan ilgiyi arttırarak, kimi zaman da yurtdışından işgücü sağlayarak çözüyoruz. Ancak, esasa ilişkin bir nokta yine unutuluyor. O da, ekonomik literatürde faktör verimliliği olarak açıklayabileceğimiz, ancak özünde; değer yaratma süreçlerinde makineden, emekten yada topraktan alınacak girdinin yarattığı son ürüne en fazla katkıyı sağladığından emin olduğumuz duruma eğilmek istiyorum.
Kıbrıs adası, birleşik veya mevcut haliyle birlikte ekonomik geleceğinin ağırlıkla hizmet sektörlerinde olacağı tartışılmasız bir gerçektir. Hiçbir zaman Türkiye gibi bir otomotiv endüstrisini taşıyacak teknoloji bu adada etkin koşullar sağlamaz, Çin dururken kimse Kıbrıs’ta akıllı telefon üretimine girişmez.
Bu teknoloji üretiminden vazgeçelim demek değildir. Tam tersine teknolojiyi merkeze alan, ve adilane gelişmeye olanak sağlayan bir modelin oluşması için önce beşeri sermayenin gelişmesine olanak sağlayalım demektir.
Küresel ekonomik ilişkilerde rekabet edebilir üstünlüğümüz, rakiplerimize göre iyi olmayacağı açık bir gerçektir. Ancak, yetişen insanların, eğitim süreçleri boyunca öğrendikleri beceri, bilgi ve teknik yetenekleri üst düzeyse bu ülke koşullarında sunulacak teknoloji hizmetlerini üst düzey bir seviyeye getirebilir. Kaçınılmaz olarak küresel alanda, rekabet etme şansını yükseltir. Bu da bir hükümet dönemini aşan, uzun erimli bir siyasi mücadeleyi de yanında getirir.
Bu noktada, soru turizm, inşaat, yüksek öğretim, üretim yada tarım sektörleri farketmeksizin yerel girdinin ağırlıkla “hizmet” ve “emek yoğun” olacağından hareketle, emeğin sol literatüre uygun olarak “en yüce değer” olduğunu nasıl sağlayacağız meselesini sorgulamak faydalı olacaktır.
Bu sorun sadece sol ekonomik yaklaşım içinde bir mesele değildir. Ancak, eğitim politikalarının modernleştirilmesi, bununla beraber eğitim sunulan ilk, orta veya yüksek öğretim kurumlarının çağın ihtiyaçlarının ötesini kurgulayacak, fiziksel ve teknik imkanlara sahip olması son derece önemlidir. Kamusal eğitimi, kitlesel bir dönüşüm programı olarak uygulamak bu anlamda değerlidir.
Adanın kuzeyinde kamu eğitiminin hızla özel okullara kaydığı bir gerçektir. Bu eğitimde fırsat eşitliğine yönelik hali hazırda yoksullarla, varlıklı olan insanlar arasında bir ayrım yaratırken; ortaya çıkan bu ayrımı gidermenin tek mümkün tarafı eğitim kurumlarının hızlı bir biçimde iyileştirilmesi, bilim ve teknolojiye dair olanakların erişebilir hale getirilmesi ile mümkün olacaktır. Bununla beraber, bu alandaki en büyük güç odaklarından biri olan eğitim sendikalarına da önemli bir rol düşmektedir. Basın bildirilerini süsleyen “Kıbrıslı Türklerin yok oluşu” kaygısının üstesinden gelinmesi de yine çağın ötesini anlayabilmek ve buna hazır politikaların savunculuğu yapmakla mümkündür.
Kapsamlı bir modernizasyon faaliyetinin gerçekleşmesi, okullara yönelik anlamlı yatırımların yapılması bu açıdan toparlayıcı bir yapısal reformun temel bacağı olarak görülmelidir. Öğrencilerin güncel becerilere sahip olması, bilim, matematik, mühendislik veya matematik ağırlıklı konularda toplumsal cinsiyet eşitliğine olanak sağlayacak becerilerin küçük yaşlarda sağlanması, Z nesli (1997 – 2010 arası doğanlar) ve Alfa nesli (2010 sonrası doğanlar) takdir edilmelidir ki çok daha farklı gerçekliklere, teknoloji insan ilişkisi önceki nesildekilerden çok daha farklı kurulmuştur. Bu gerçekliklerin, geleneksel eğitim müfredatında nasıl yansıtıldığı geleceğin ekonomisi üzerine de belirleyici olacağı tartışılmazdır.
Bu açıdan bir taraftan kısa dönemli reform adımlarını gerçekleştirirken, diğer taraftan da beşeri sermayenin geliştirilmesi önemli bir noktadır. Bunun için sorun kaynak olarak gösterilmiş olsa dahi, bu alanda yerel kaynakların dışında Avrupa Komisyonu’nun hali hazırda okullara yönelik yaptığı destek, her yıl yüzlerce öğrenciye sağlanan eğitim bursları önemli hareket noktalarıdır. Kamu okullarının geliştirilmesi söz konusu ‘var oluş mücadelesi’ için önemli bir alandır. Bu alana yönelik talepkar olunarak, yerli yabancı olanakların kullanılması önemlidir. Yaşadığımız birçok ekonomik sorunun çözülmesi, erken yaşta sunulan eğitimin kalite ve kapsamına bağlıdır. Dönüşüm buradadır. Gittikçe derinleşen eşitsizliklerin azaltılması ve yoksulluğa karşı mücadelenin kökten çözümü böylesi anlayışlarla mümkün olacaktır. Esas soru ise böylesi bir dönüşümün taşıyıcısının kim olacağıdır?