Ünlü feminist bilim kurgu yazarı Ursula Le Guin, 2010 yılında Joanna Kavenna’nın The Birth of Love’ı (Aşkın Doğuşu) üzerine bir eleştiri yazısı kaleme aldı. Kavenna’nın romanı doğum konusunu irdeliyor ve aşırı nüfus artışından kaynaklandığı anlaşılan iklim değişikliğinin, insan sayısını kontrol etmek için kadınların sistematik olarak kısırlaştırılmasına yol açtığı distopik bir fütüristik bölüm içeriyordu. Le Guin, Kavenna’nın kitabının bu yönü üzerine şunları yazdı:
Bebek ve anne ölüm oranlarının nasıl düşürüleceğini öğrenerek kontrolsüz nüfus artışının önünü açan aslında bilim olmuştur. Burada muazzam bir ahlaki ikilem var. Yine de 1930’lardan bu yana hiçbir hükümet öjeni (soy arıtımı) uygulamaya çalışmadı, hiçbiri biberon bebekleri çözüm olarak görmedi ve şu anda bile çok azı doğum kontrolünü teşvik etmeye çalışıyor. Öyleyse, hiçbir tehdit altında olmayan bir şeyin savunusuna, üstelik bu şeyin kontrolsüz aşırılığı karşı karşıya olduğumuz en büyük tehdit iken, neden ihtiyaç duyalım?1
Le Guin’in burada merak ettiği şey, asıl endişelenmemiz gereken şey kontrolsüz nüfus artışının kendisiyken Kavenna’nın 1930’lardan beri hiçbir şekilde endişe kaynağı olmamış zorlayıcı nüfus kontrolü korkusuna dayanan bir romanı neden yazdığı. Aslında her iki yazar da nüfus ve iklim değişikliği arasında bir bağlantı olduğu konusunda hemfikir.
Küresel nüfustaki üstel artışın yakıt tüketimi ve özellikle de petrol çağıyla ilişkili olduğunu görmek için son iki yüzyıl boyunca nüfus artışı ve fosil yakıt tüketimini haritalayan bir grafiğe bakmak yeterli. Bununla birlikte, artan nüfusun iklim değişikliğinin nedeni olduğunu iddia etmek – yaygın olsa da – hatalı bir bakış. Aslında, iklim konusunda çalışıp yazanlar arasında, iklimdeki bozulmanın açık ara en büyük itici gücünü nüfus artışının değil ekonomik büyümenin ve zenginlerin tüketim alışkanlıklarının oluşturduğu artık yaygın kabul görmekte.2 Antropolog Jason Hickel’in de 2018’de açıkladığı üzere:
Yaşadığımız ekolojik krizden kimin sorumlu olduğunu bilmek istiyorsak, veriler net: 1990 yılından bu yana yıllık küresel tüketim 33 milyar ton artarak bizi acil durum bölgesinin derinliklerine itti. Zengin ülkelerin kişi başına tüketimindeki büyüme bunun %81’ini oluşturmaktadır. Başka bir deyişle, aşırı tüketimimizin neredeyse tamamı küresel zenginler tarafından gerçekleştirilmektedir.3
Hickel, ‘Antroposen’ teriminin, içinde bulunduğumuz çağda insanın çevre üzerindeki etkisini doğru bir şekilde vurgularken, bazı insan nüfuslarının çevreyle diğerlerinden çok daha yıkıcı bir ilişki içinde olduğu gerçeğini yakalamakta başarısız olduğunu savunuyor. Şöyle yazıyor:
Antroposen terimiyle ilgili sorun da budur. Kelimenin kendisi, insanların soyut, genel bir biçimde gezegenimizin biyomunu istikrarsızlaştırdığını varsaymamıza yol açıyor. Çıkış noktanız bu olursa, endişeleneceğiniz şey elbette Küresel Güney’deki nüfus artışı olacaktır. Ancak dünyada jenerik insan diye bir şey yok. İnsanlar farklı değerlere, tarihlere ve ekonomik sistemlere sahip farklı türde toplumlarda yaşamaktadır. Krizimize neden olan bizzat insanlar değil, insanların belirli bir alt kümesidir. Bunlar, çoğunlukla Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da olmak üzere, maddi tüketimi en önemli erdem olarak gören toplumlarda yaşayanlar ve sonuçlarına bakmaksızın ekonomilerinin her yıl üstel bir eğriyle daha fazlasını sunmasında ısrar edenlerdir.4
Yakın tarihli bir çalışma, en zengin ve en yoksul ülkelerin karbon ayak izleri arasındaki uçurumun giderek büyüdüğünü ve dünya nüfusunun sadece %10’unun, dünyadaki karbon emisyonlarının neredeyse yarısından sorumlu olduğunu gösteriyor.5 Bir raporun da ortaya koyduğu üzere, “Küresel Kalkınma Merkezi’nin analizine göre, Ocak ayının ilk iki gününde ortalama bir Britanyalı, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde yaşayan bir kişinin tüm bir yıl boyunca üreteceğinden daha fazla karbondioksit emisyonundan sorumluydu.”6 Küresel Güney’de yükselen yaşam standartları karbon ve ekolojik ayak izine elbette katkıda bulunacak olsa da, yaşam standartlarının artmasıyla birlikte çocuk ölümlerinin azaldığını, doğum kontrolüne daha fazla erişim sağlandığını ve kadınlar için eğitim ve kariyer fırsatlarının arttığını da biliyoruz ki bunların tümü doğum oranlarının düşmesini sağlıyor.7 Buradaki potansiyel sorun insan sayısının artması değil, aşırı tüketimdir.8
Alternatif aşırı nüfus hikayesi, neoliberal kapitalizmin destekçilerini ve faydalanıcılarını değil, yoksul toplumlardaki, özellikle de Küresel Güney’de yaşayan kadınları kötülemektedir. Hickel ve diğerlerinin ileri sürdüğü gibi, bu anlatı son derece yanıltıcıdır ve ancak hepimizin kapitalizmin nimetlerinden eşit olarak yararlanabildiği radikal bir şekilde eşit bir dünyada geçerli olabilir. Sistemin sömürü ve eşitsizliğe dayandığı düşünüldüğünde, bu elbette yapısal olarak imkansızdır. Acımasızca eşitsiz olan dünyamızda, iklim krizinin başlıca itici gücü zenginlik ve onun birikimidir; bu da kontrolsüz ekonomik faaliyete ve dolayısıyla atmosferdeki karbonun yanı sıra diğer yıkıcı kaynak çıkarımı (ekstraktif) süreçlerine tekabül etmektedir. Kadınlar ve çocukları, nüfus yönetimi bağlamında sıklıkla hem ‘kaynak’ hem de ‘fazlalık’ olarak konumlandırılmalarının yanı sıra, uzun zamandır bu kaynak çıkarımı (ekstraktif) süreçlerinin de yanlış ucuna konumlandırılmaktadırlar. Feminist analiz, kadınların üreme kapasitelerini genellikle kadın düşmanı bir şekilde sorunsallaştıran bu söylemin gizemini çözme potansiyeline sahiptir.
Bilindiği gibi zenginlik, dünyanın doğum oranlarının düştüğü bölgelerinde yoğunlaşmaktadır. Gerçekten de, artan insan sayısı ve bunun iklim için yarattığı varsayılan sorunlara ilişkin alarm verici hikayeler, genellikle Avrupa ülkelerindeki doğum oranlarının düşmesine ilişkin aynı derecede alarm verici hikayelerle aynı sayfayı paylaşmaktadır. Aynı madalyonun iki yüzü olarak bakıldığında, demografiye ilişkin bu daha geniş anlatı açıkça ırksallaştırılmıştır ve sömürge ve köle sistemlerinde hâkim olan demografik mantıktan türemiştir. Daha da önemlisi, bu sistemler aynı zamanda doğaları gereği patriyarkal olup, kadınları kontrol edilmesi gereken ve ihtiyaç fazlası olduğu düşünüldüğünde insan sermayesinin ekstrakte edilebileceği veya kullanılıp atılabilir kılınabileceği bir kaynak olarak konumlandırıyordu. Bu yazı, uğruna işlenen feci insan hakları ihlallerine rağmen,9 (çok çarpıcı biçimde) feministler de dahil olmak üzere her türden ilericinin neden bu “aşırı nüfus” hikayesini yeniden diriltmekte ısrar ettiğini araştırıyor. Bu anlatıya sadece ırkçılık karşıtlığı adına değil, aynı zamanda üreme adaleti ve kadınları bir cinsiyet sınıfı olarak merkeze alan doğru düzgün bir kesişimsel feminizm bağlamında da direnilmesi gerektiğini öne sürüyorum.
Tarih
Çevreciliğin ve beyaz liberal feminizmin bazı kollarını öjeni hareketine bağlayan uzun ve karanlık bir tarih söz konusu. Nüfus kontrolü ikisinde de ortak tema. Genç Amerika Birleşik Devletleri’ndeki nüfus politikaları, nüfus yönetiminin acımasız tarihine iyi bir örnek teşkil etmekte ve bu tür bir mantığın hem çevreciler hem de feministler için lanetlenmesi gereken bir şey olması gerektiğini göstermektedir. Amerikan yerlilerine yönelik soykırım kampanyası, “nihai nüfus kontrol politikası” olarak vuku bulmuştur ve Amerikan yerlisi kadınların çocuk sahibi olma kapasitelerini etkin şekilde sabote etmeyi de içermektedir. Loretta Ross ve Rickie Solinger’in Reproductive Justice (Üreme Adaleti, 2017) adlı kitaplarında açıkladıkları üzere, 19. yüzyılın büyük bir bölümünde:
ABD ordusu Kızılderilileri Mississippi Nehri’nin batısındaki bölgelere zorla göç ettirdi; bu, üreme çağındaki kadınlar için özel tehlikeler barındıran acımasız bir süreçti… Batıya doğru yapılan zorunlu yürüyüşler sırasında hamile, doğum yapmış ve anne olan kadınlar korkunç bir fiziksel stres altında kaldılar… birçok kadın ve bebek hayatta kalamadı.10
Yerli kadınlar girdikleri bu yeni ortamlarda cinsel saldırı, hastalık ve yoksulluk tehdidi altında kaldı ve bunların hepsi “üreme potansiyellerini” daha da “mahvetti.” Önde gelen sanayici Charles Francis Adams, Jr. gibi beyaz elitler, Yerli nüfusa yönelik bu politikaların ve bunların “anti-natalist sonuçlarının ‘Anglo-Sakson soyunu melez bir ulus olmaktan kurtardığını’” ilan ettiler.11
Bu arada beyaz kadınlar üremeye ve yeni ulusu kalabalıklaştırmaya teşvik edildi. Aynı zamanda, çocukları annenin statüsüne sahip olan – yani doğduklarında mülk olarak kabul edilen – siyah kadın köleler, tecavüzün ve ailelerin ayrılmasının rutin olduğu acımasız köle rejimleri altında yaygın olarak damızlık muamelesi gördü. Köleliğin kaldırılmasının ardından, siyah çocuklar artık değerli mal olarak görülmediğinde, Afro-Amerikalı kadınların çocuk sahibi olma hakları etkin şekilde kısıtlandı. 1960’larda ve 70’lerde siyah ve yerli kadınlar 1990’lara kadar devam eden kısırlaştırma politikalarının hedefi oldular.12
Sadece ABD’deki nüfus politikaları bile Le Guin’in “1930’lardan bu yana hiçbir hükümet öjeni uygulamaya çalışmadı” ifadesini endişe verici derecede kayıtsız kılıyor. Muhtemelen Le Guin’in öjeni kavramı Nazi Almanya’sı modeliyle çerçeveli ve üreme hakları konusundaki politikası da kürtaj haklarına odaklı; bu ise kadınların kendi çocuklarına sahip olma hakları kadar sahip olmamayı seçme haklarına da odaklanan daha geniş üreme adaleti alanını gözden kaçırabilecek bir bakış açısı. Bu, Joanna Kavenna’nın, zorlayıcı nüfus kontrol politikalarının tüm kadınları aynı şekilde etkilediği fütüristik bir senaryoyu tasvir eden ve bu tür politikaların uzun zamandır çoğunlukla yoksul ve marjinalleştirilmiş kadınları, özellikle de beyaz olmayan kadınları etkilediğini pek kabul etmeyen romanının paylaştığı bir kör nokta.
Amerika Birleşik Devletleri’nin ırksal olarak farklılaştırılmış nüfus politikaları, beyazlığı vatandaşlıkla eşitleyen ırkçı göç yasalarıyla derinden iç içe geçmişti. 1906 yılında Başkan Theodore Roosevelt, yerli beyazlar arasında düşen doğum oranını “ırk intiharı” ile eş tutarak13 beyaz üstünlüğünün nüfus yönetimindeki merkeziliğine işaret etmiştir. Yirminci yüzyılın başlarında bu politikalar çok açık bir şekilde öjenik (insan türünün seçici yetiştirme ve istenmeyenlerin kısırlaştırılması yoluyla geliştirilebileceğine dair sözde bilim) terimleriyle çerçevelenmiştir. Ross ve Solinger’in gösterdiği gibi, ABD’de yoksul kadınlar ve beyaz olmayan kadınlar 1960’lardan 1990’lara kadar uygulanan kısırlaştırma programlarıyla sistematik olarak hedef alınmış ve çocuk sahibi oldukları için de cezalandırılmışlardır. Öte yandan, orta sınıf beyaz kadınlar kürtaj ve gönüllü kısırlaştırma hakkı için mücadele etmiş ve bu mücadeleleri, kadınları çocuk sahibi olup olmamayı seçme hakkından mahrum bırakmaya çalışan, yukarıdakinden çok farklı doğum yanlısı “üreme görevi” zorunluluklarına karşı olmuştur.
Bu nedenle, orta sınıf beyaz kadınların ihtiyaç ve kaygılarını aşırı temsil etme eğiliminde olan ilk feminist mücadelelerin doğum kontrolü ve kürtaja erişimi vurgulaması şaşırtıcı değildir. Bu ilk feminist mücadeleler, yoksul kadınların ve beyaz olmayan kadınların maruz kaldığı üreme ihlallerini görmezden gelmekle kalmadılar; bazı durumlarda bu ihlallerin suç ortağı da oldular. Angela Davis’in açıkladığı üzere:
Sınıf önyargısı ve ırkçılık, doğum kontrol hareketine henüz emekleme aşamasındayken sızmıştır. Doğum kontrolü çevrelerinde giderek artan şekilde, hem Siyah hem de göçmen yoksul kadınların, ‘ailelerinin büyüklüğünü kısıtlamak için ahlaki bir yükümlülüğe’ sahip oldukları varsayımı hakim oldu. Ayrıcalıklılar için bir ‘hak’ olarak talep edilen şey (çocuk sahibi olmama), yoksullar için bir ‘görev’ olarak yorumlanmaya başlandı.14
Gebeliği önleme ve kürtaja güvenli erişim elbette tüm kadınlar için elzemdir, ancak kadınların çocuk sahibi olma haklarını da vurgulayan daha geniş bir üreme adaleti çerçevesi içinde ele alınması gerekir. Bu geniş perspektif olmadan, görünüşte feminist olan bazı kampanyalar öjeni yoluna sapmıştır. ABD’deki ilk doğum kontrol hareketine öncülük eden Margaret Sanger’in 1919’da “doğum kontrolünün ana meselesi”ni “uygun olanlardan daha çok, uygun olmayanlardan daha az çocuk” olarak tanımlaması bu doğrultudadır.15
Feminist hareket gibi ABD çevre hareketi de benzer şekilde bu sorunlu sularda yüzmüştür. 1916’da yayımlanan The Passing of the Great Race, or The Racial Basis of European History (Büyük Irkın Tükenişi ya da Avrupa Tarihinin Irksal Temeli) adlı kitabın yazarı Madison Grant, ülkenin öncü doğa korumacılarından biriydi. O ve diğerleri, ‘vahşi doğanın’, bu sözde ‘vahşi alanlarda’ yaşayan insanlara, genellikle de Yerli halklara karşı korunması gerektiği fikrini benimsediler. Bu durum, ‘el değmemiş’ olduğu varsayılan bu alanların yüzyıllar boyunca insanlar tarafından temelden şekillendirildiği ve bu insanların çevreleriyle sağlıklı bir denge içinde yaşadığı gerçeğine rağmen böyledir. ‘Doğayı koruma’ ile ‘nüfusu’ karşı karşıya getiren bu fikirlerden bazıları, bozulmamış bir doğayı kutlayan ve bazı uzantılarında insan sayısını azaltacak politikaları destekleyen ‘derin ekoloji’ hareketini beslemiştir.
ABD bağlamında, insanların gezegenle karşı karşıya olduğu fikri, Paul ve Anne Erlich’in sansasyonel kitabı The Population Bomb’un (Nüfus Bombası) 1968’de yayınlanmasıyla güçlenmiştir.16 Bu kitap, 18. yüzyılda çok etkili bir makalede nüfus artışının gıda arzını aşarak yaygın hastalık ve kıtlığa yol açacağını savunan Thomas Malthus tarafından geliştirilen mecazlardan yararlanmıştır.17 Malthus, İngiltere’de nüfusun geniş kesimlerinin açlıktan ölmesini engelleyen yoksul yasalarının kaldırılmasını ve nüfus kontrollerini savunmuştur. Erlich’lerin kitabı bu son derece kötümser argümanın 20. yüzyıldaki bir güncellemesiydi ve aşırı nüfus nedeniyle büyük ölçekli ölümlere ilişkin korkunç tahminleri, tüm dünyada zorlayıcı nüfus kontrol önlemlerini besleyen bir alarmcı iklime katkıda bulundu.
Nüfus Bombası’ndan bir örnek vermek gerekirse, bu bölüm Delhi’de yaşananların anlatıldığı ünlü bir bölüm olacaktır:
İnsanla dolu sokaklar capcanlıydı. İnsanlar yemek yiyor, insanlar yıkanıyor, insanlar uyuyor. İnsanlar ziyaret ediyor, tartışıyor ve çığlık atıyor. İnsanlar ellerini taksinin camından içeri sokup yalvarıyor. Dışkılayan ve işeyen insanlar. Otobüslerden sarkan insanlar. Hayvan güden insanlar. İnsanlar, insanlar, insanlar, insanlar… O geceden beri aşırı nüfus artışının nasıl bir his olduğunu biliyorum.18
O zamandan beri pek çok kişinin belirttiği gibi, o dönemde Paris’in nüfusu Delhi’ninkinden daha fazlaydı. Erlich’lerin burada tarif ettiği şey aşırı nüfus değil, yoksulluk ve aşırı kalabalıktır. Erlich’lerin popüler kitabında açıkça görülen patolojikleştirme, aynı ortamda boy veren politikalara da sirayet etti. Smithsonian Magazine yazarı gazeteci Charles C. Mann, Nüfus Bombası‘nın ‘korkunç öngörülerinin… dünya çapında bir baskı dalgasını tetiklediğini’ iddia edecek kadar ileri gitmiştir. Mann şöyle yazıyordu:
Uluslararası Planlı Ebeveynlik Federasyonu, Nüfus Konseyi, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu, Hugh Moore destekli Gönüllü Kısırlaştırma Derneği ve diğer kuruluşlar yoksul bölgelerde doğurganlığı azaltmaya yönelik programları teşvik ve finanse etmiştir.19
Bu politikalardan bazıları için Nüfus Bombası‘nın yayınlanmasından çok önce bir momentum mevcut olduğu açık olsa da, bunlar beyaz olmayan topluluklara anlatılamayacak kadar zarar vermiş ve özellikle kadınlara karşı insan hakları ihlalleri oluşturmuş politikalardır.
Bugün
Nüfus alarmcılığı ve öjeni, tarihin feminist ve çevreci hareketlerin birleştiği bir parçasıyla, şimdi neredeyiz? İlk olarak 1995’te yayınlanan Reproductive Rights and Wrongs: The Global Politics of Population Control (Üreme Hakları ve Yanlışlar: Küresel Nüfus Kontrolü Siyasaları) kitabının üçüncü baskısına 2016 yılında yazdığı önsözde, Betsy Hartmann, “‘nüfus kontrolü’ terimi gözden düşmüş olsa da uygulamanın ölmediğini” iddia etmektedir.20 Hartmann’ın nüfus korkularının “hiç bitmeyen hikayesi” olarak nitelendirdiği şeyi, ırk nefreti ve soykırımcı nüfus azaltma vaazları veren aşırı sağcı çevrimiçi aktivistlerden solcu film yapımcısı ve aktivist Michael Moore’a kadar siyasi yelpazenin her yerinde görebiliriz.21
Zorlayıcı nüfus kontrol önlemleri genellikle saygın ortamlarda yüksek sesle kınanırken, iklim hareketindeki pek çok kişi nüfusun hala gündemde olması gereken bir sorun olduğunu düşünüyor. Jade Sasser’in çalışmasında belgelendiği üzere, nüfus kontrol önlemleriyle bağlantılı insan hakları ihlallerinin yaygın olarak tanınması nedeniyle yıllarca gözden düştükten sonra, nüfus tartışmaları son 15 yıl içinde Sierra Club gibi kuruluşlar aracılığıyla STK iklim dünyasında yeniden ortaya çıktı. Bu yeniden gündemleşme, kadınların güçlendirilmesini vurgulayan aile planlaması anlatıları aracılığıyla nüfus söylemini yeniden yönlendiriyor. Elbette kadınların doğurganlıklarını kendi kontrolleri altına almaları başlı başına önemlidir ve genellikle kadınların daha az çocuk sahibi olmayı tercih etmeleri ile sonuçlanır. Ancak Sasser’in de belirttiği gibi, bu gündemi nüfusu azaltmayı amaçlayan bir gündeme bağlamak aslında kadının güçlendirilmesi ve kadının seçme hakkı gibi olmazsa olmaz ilkelerin altını oymaktadır.22
Nüfus, İngiliz çevreci David Attenborough’un son derece etkili çalışmalarında da öne çıkmaktadır. Attenborough’nun iklim değişikliğine yol açan etmenler konusundaki görüşlerinin evrim geçirdiği açtık; son çalışmalarında Batı tüketimciliği ve hatta kapitalizmin sonsuz büyüme ekonomisine olan bağımlılığı temel sorunlar olarak gösterilmekte. Bununla birlikte, nüfus onun çalışmalarında hâlâ büyük bir yer tutmaktadır. Yakın tarihli ve güçlü Netflix belgeseli A Life on Our Planet‘da (Gezegenimizden Bir Yaşam) Attenborough bize “insanoğlunun dünyayı istila ettiğini” söylüyor.23 Bu filmin önemli aşamalarında bize bir dizi rakam sunuluyor: tarih, dünya nüfusu sayısı, atmosferdeki karbon miktarı ve kalan vahşi doğa oranı. Sonuncusu düşerken iki ve üç yükseliyor. Yıllar ilerledikçe rakamlar kırmızıya dönüyor, bu da bunun sadece iklimsel ve ekolojik değil, aynı zamanda nüfus açısından da acil bir durum olduğunu göstermeye yarıyor. Attenborough’nun filmi insan kategorisini homojenleştiriyor – böylece tüm insanlar doğdukları için krizden eşit derecede sorumlu oluyor – ve nüfus alarmcılığının konuşulmayan ve çirkin tarihi ile iç içe geçiyor.
Attenborough, etkisi nedeniyle çok önemli bir örnek olsa da, nüfus kontrolleri ile kadın bedeni arasındaki bağlantının genellikle göz ardı edildiği, sözde ilerici ve sol kimlikli çalışmalarda ortaya çıkan bu söylemin örnekleri özellikle ilginçtir. Örneğin, diğer her bakımdan mükemmel ve çığır açıcı olan The Great Derangement: Climate Change and the Unthinkable (Büyük Düzensizlik: İklim Değişikliği ve Düşünülemez Olan, 2016) adlı kitabında Amitav Ghosh, Çin’in tek çocuk politikasının “acımasız ve baskıcı olsa da… bir gün iklim açısından büyük önem taşıyan hafifletici bir önlem” olarak sahiplenileceğini öne sürüyor.24 Guardian yazarı Mary Fitzgerald, “Çin Halk Cumhuriyeti’nin … kadın olsun olmasın hiç kimsenin haklarına saygı göstermemesiyle tanındığını” kabul ediyor ama yine de “rezil” politikaları sayesinde “gezegende halihazırda 300-400 milyon daha az insan olduğunu” belirtiyor.25 Bu görünüşte ‘feminist’ yazıda, zorla yapılan kürtajlar ve kısırlaştırmalar ile sayısız kız bebeğin terk edilmesinden hiç bahsedilmiyor.
Bazı durumlarda nüfus söylemi feminizm adına çok daha doğrudan bir şekilde temize çekilmektedir. Örneğin, feminist kuramcı Donna Haraway’in son çalışmalarında bu söylem yeniden gündemleştirilmiştir. Haraway, 2016 yılında yayımlanan Staying With the Trouble (Belayla Kalmak) adlı kitabında okuyucuları “bebek değil akraba yapın!” diye teşvik ediyor. En önemlisi, çalışmaları zorlayıcı nüfus önlemleri tarihinin acı bir şekilde farkında olmakla birlikte, bu sorundan uzak durmamamız gerektiğinde ısrar ediyor. “Feministler,” diye yazıyor:
insan sayısındaki Büyük İvmelenme’yi ele almaya ciddi olarak istekli olmadılar, bunu yapmanın bir kez daha ırkçılık, sınıfçılık, milliyetçilik, modernizm ve emperyalizm bataklığına kaymak olacağından korktular… ama bu korku yeterli bir bahane değil… 150 yıl içinde insanoğlunun 9 milyar artması, eğer şanslıysak 2100’de 11 milyar seviyesine ulaşması bir sayıdan ibaret olmayacak; ve Kapitalizmi ya da büyük harfle başlayan başka bir kelimeyi suçlayarak açıklanamaz.26
Haraway bu fikirlerini 2018’de bir araya getirdiği Making Kin not Population (Nüfusu Arttırmak Yerine Kana Dayanmayan Bağlar Kurmak) başlıklı derlemesinde detaylandırıyor. Haraway’in eş editörü Adele Clarke, giriş bölümünde, feminist ve bilim çalışmaları alanında, apaçık bir sorun olarak tanımladığı “insan sayısı ve bunun çevre üzerinde yol açtığı baskılar” meselesine dair “sağır edici sessizlikten” tekrar tekrar bahsediyor.27 Bu alanda, her zaman kesin kabul edilen bu bağlantıya dair hiçbir noktada kanıt sunulmuyor. Bu metnin ilginç yanı, nüfus kontrolünün kötü geçmişinin ve bunun kadın haklarına karşı arz ettiği özel tehdidinin bilincinde olması. Editörler herhangi bir nüfus kontrol önlemini savunmadıklarını çok açık bir şekilde ifade ediyorlar, ancak insanların daha az bebek sahibi olmalarını önermenin ötesinde neyi savundukları hiç de açık değil. Bu en iyi ihtimalle iklim krizine yönelik bireysel çözümler savunmaktır – ki bu çözümlerin genel olarak sistemsel bir sorunu çözme umudu çok azdır ve bu durumda, yanlış teşhis göz önüne alındığında, hiç yoktur. En kötü ihtimalle ise, bu gibi metinler yoksul ve marjinalleştirilmiş topluluklardaki kadınlara zarar vermeye devam eden bir söyleme yeni bir soluk getirmektedir.
Dahası, bu kitabın yazarları, bir sorun olarak nüfustan bahsetmeye başladığımız anda nasıl bir ikileme düştüğümüzü, belki de bilhassa bu yazarların konu hakkında sergiledikleri öz-bilinç derecesiyle, ortaya koymaktadırlar. Örneğin, Clarke, giriş bölümünde “tarihsel olarak soykırıma, ‘etnik temizliğe’ ve sömürgeleştirme, plantasyonlar ve rezervasyonların yarattığı yıkımlara maruz kalan gruplar arasında çocuk sahibi olmayı meşrulaştırmamız ve onların gelişimini ciddi şekilde desteklememiz” gerektiğini savunuyor.28 “Çalınan nesilleri yenilememiz” gerektiğini öne sürerken, nüfusu ırksal çizgiler boyunca kısıtlama veya artırma fikirlerine meşruiyet kazandırıyor. Burada dile getirilmeyen öneri, diğer, daha ayrıcalıklı grupların çocuk sahibi olmaması ya da en azından bu kadar çok olmaması gerektiğidir.
İnsan sayılarının bu tür bir muhasebesinin arzu edilir olduğunu düşünsek bile, zenginlik ve ayrıcalık dağılımı göz önüne alındığında, bu söylemin statükodan başka bir şeyi destekleyeceğini hayal etmek zor: ayrıcalıklıların üreme haklarına saygı duyan ve olmayanlar için üreme adaletini sınırlayan bir durum. Bu mantığın altını oyduğu en önemli şey, bazı kadınlar ve onların çocukları ile diğer bazı kadınlar ve onların çocukları arasında ırksal belirteçler veya ekonomik statü temelinde ayrım yapmayı reddeden birleşik bir feminist yaklaşımdır.
Feminizm ve ‘doğa’
1985 yılında Donna Haraway’in ‘Siborg Manifestosu’ adlı kitabı, akademide feminizm için tutarlı bir zemini devre dışı bırakmaya yönelik daha geniş bir eğilimin etkili bir parçası oldu: “Ortak bir dile dair feminist rüya,” diye yazıyor Haraway, “mükemmel bir şekilde doğru bir dile, deneyimin mükemmelen sadık bir şekilde adlandırılmasına dair tüm rüyalar gibi, totalleştirici ve emperyalist bir rüyadır.”29 Haraway’in nüfusla ilgili argümanları belki de bu önceki metinden bir miktar ayrılmaya işaret etse de, ‘Siborg Manifestosu’ yine de kesişimsel hatlar boyunca kristalize olmaktan ziyade parçalanan bir ‘feminizm’ için zemin hazırlamıştır. Bu anlamda Joanna Kavenna’nın farklılaşmamış, evrenselci dişi özne varsayımının tam tersini sunar. Haraway’in nüfus üzerine yazdığı metin esasen beyaz ayrıcalıklı kadınlara kıyasla marjinalleştirilmiş renkli kadınlar için farklı argümanlar ve iddialar ileri sürülebileceğini kabul etmekte, böylece farklı kadın gruplarını birbirlerinden yalıtılmış şekilde ele alarak yalnızca ortak bir dilden değil aynı zamanda patriyarkanın eleştirisinden de vazgeçmektedir. Bu nedenle, beyaz ayrıcalıklı kadınlara aşırı vurgu yapan ve dolayısıyla feminizmin özünü inkâr eden erken dönem feminizmlerin probleminin tekrarına geri dönüyoruz. Haraway, kadınlar arasında dayanışma için yalnızca geçici zeminler olduğunu öne sürüyor gibi görünüyor.
Haraway’in yapıbozuma uğramış feminizmi, kadınların ne kadar farklı şekillerde olursa olsun bir üreme sınıfı olarak muamele gördüğünü kabul etmeyen, bir tür doğallıktan arındırılmış tekno-iyimserlikten ortaya çıkmaktadır. Buna karşın, eko-feminizmin bazı türleri de, kadınları istismar edilen ‘doğa’ ile bir tutma eğiliminde olmuştur. Ancak ‘doğa’ ile bu özdeşleşme kimi zaman, biraz paradoksal bir şekilde, soyutlanmış bir ‘nüfusu’ ‘doğa’ ile karşı karşıya getirmiştir. Bu durum, nüfus alarmcılığı konusunda da benzer bir kör nokta yaratmakta ve bazı eko-feministleri Haraway ile aynı noktaya götürmektedir. Dolayısıyla Lierre Keith de insanın çevre üzerindeki etkisi söz konusu olduğunda benzer şekilde farklılaşmamış bir ‘biz’ varsaymakta ve doğal dünyaya karşı “canavarlar ve yok ediciler haline geldiğimizi” iddia etmektedir.30 Patriyarka ve sömürgecilik Keith’in analizinin merkezinde yer alırken, nüfusun ‘aşırı artması’ teşhisi, iklim ve ekolojik koşullar üzerinde açık ara en büyük baskıyı oluşturanın dünya nüfusunun azınlığı olduğu gerçeğine çok az yer bırakmaktadır. Keith nüfus kontrol önlemlerinin distopik bir kâbus olduğunu açıkça belirtirken, yine de kadınların üreme tercihleri açısından ‘güçlendirilmesinin’ nüfus ‘aşırılığına’ cevap olduğunu savunmaktadır. En iyi ihtimalle bu, dikkati sorundan başka yöne çekmektir. En kötü ihtimalle ise, iklimsel ve ekolojik krizi çözme yükünü dünyanın en yoksul kadınlarından bazılarının rahimlerine yüklemektir. Kadınların üreme tercihleri konusunda güçlendirilmeleri elbette gereklidir, ancak ‘aile planlaması’ olarak adlandırılan nüfus kontrol önlemlerinin bunun tam tersini gerçekleştirdiğini gösteren pek çok kanıt vardır. Maria Mies ve Vandana Shiva’nın 1993 yılında savunduğu gibi, Küresel Güney’deki “aile planlaması” kuruluşları tarafından hala tercih edilen “hormonal doğum kontrol yöntemleri, üreme süreçleri üzerindeki kontrolü giderek kadınların elinden almakta ve doktorların ve ilaç endüstrisinin eline vermektedir.”31
Lierre Keith, teknolojinin iklim krizinin sorunlarını çözeceği yönündeki argümanlarda bir “tekno-narsisizm” olduğunu tespit etmekte kesinlikle haklıdır; bu eğilimi Haraway’in çalışmalarının ilham verdiği transhümanizmde de görebiliriz. Her iki yaklaşım da doğal sınırlardan bir kaçış öngörüyor ki bu da bizi mevcut çevresel krizin daha da derinlerine itmekten başka bir işe yaramayacaktır. Keith’e göre bu, “ölü bir gezegende ölü nesneler” yaratan “patriyarkal makine”nin mantığıdır.32 Bu, ekstraksiyon ve sonsuz (ekonomik) büyüme mantığıdır. Ele alınması ve azaltılması gereken, kapitalist ve sömürgeci olduğu kadar patriyarkal da olan bu makinedir, onu yaratmak için en az çabayı sarf eden insanlar değil.
Ancak Keith’in de benimsediği aşırı nüfus anlatısı, salt bir dikkat dağıtıcı olarak görülmemelidir. Çünkü bu, sermayenin doğal ‘kaynakları’ şeyleştirdiği, özütlediği ve tahakküm altına aldığı patriyarkal ve sömürgeci mantığa daha derin bir dalışı temsil etmektedir. Kadınların üreme kapasitelerini kontrol etmek tüm patriyarkal toplumların merkezi bir özelliği olmuştur ve elbette kapitalist patriyarkanın da merkezinde yer almaktadır. Bu mantık, köleler, işçiler ve tüketiciler üretmenin yanı sıra fazlalık, tek kullanımlık olarak görülen insan gruplarını sınırlandırmayı amaçlayan tüm nüfus söylemlerinde iş başındadır. Bir cinsiyet sınıfı olarak kadınlar, bu söylemin merkezinde, faydalanılacak ve düzenlenecek bir kaynak olarak yer almaktadır.
Bu şekilde, nüfus artışıyla ilgili anti-natalist korkular, Margaret Atwood’un Gilead’ını yapılandıran türden pro-natalist politikalarla aynı madalyonun iki yüzünü oluşturmaktadır.33 Bunun farkına varabilmek için kadınların küresel olarak sahip oldukları sayısız konum arasındaki ilişkileri sürekli olarak haritalandıran kesişimsel bir analize ihtiyacımız var. Atwood’un kurgusal evreni, potansiyel olarak birleşik bir direnişi harekete geçirebilecek tutarlı bir patriyarkal mantıkla kaplı olsa da, Damızlıklar, Teyzeler, Martha’lar, Ekonomik Eşler, Eşler, Kadın-Olmayanlar vb. arasındaki farklılaşma genellikle kadın dayanışmasını parçalama işlevi görür. Nüfus mantığı aynı zamanda feminizmdeki kırılmanın da mantığıdır. Nüfus söylemi, tıpkı feminizmin çeşitli dalgalarına karşı oluşan tepkiler gibi, döngüsel olarak gözden düşüp sonra benimsenmektedir. Nüfus artışını çevresel krizin kaynağı olarak tanımlamak ilginç bir şekilde baştan çıkarıcı olmuştur ve iklim hareketindeki ilericiler, özellikle de feministler bu söyleme direnmelidir. Hem Batılı ulusların iklim ve ekolojik çöküşe tarihsel ve süregelen katkılarından dolayı sorumluluktan kaçmalarını temsil ettiği için hem de kadın dayanışmasını parçaladığı için.
Gelecek nesillerin karşı karşıya olduğu en büyük tehdidi oluşturan sayısız sömürü biçimini ele almak istiyorsak, iklim adaleti anlatılarının merkezinde kesişimsel, radikal ve maddeci bir feminizm yer almalıdır. Tarih, insan sayısının azaltılmasına tek başına odaklanmanın, soykırımın kendisi olmasa bile, neredeyse her zaman insan hakları ihlallerine yol açtığını göstermektedir. Kadınların nüfus zorunluluklarından bağımsız üreme tercihleriyle güçlendirilmeleri gerekmektedir. Nüfus yönetimi, gezegene ve insanlara – özellikle de kadınlara – zarar veren kaynak ekstraksiyonu mantığıyla yürütülmektedir. Bu nedenle feministler, kapitalizm, sömürgecilik ve patriyarka arasındaki bağlantıları sürekli olarak haritalandırmamızı gerektiren ekstraksiyona ve iklim çöküşüne karşı mücadelenin ön saflarında ideal bir konuma sahiptir.
Anna Hartnell, Birkbeck, Londra Üniversitesi’nde çağdaş edebiyat alanında kıdemli öğretim görevlisidir ve feminizm, ırk, neoliberalizm ve iklim krizi konularına ilgi duymaktadır.
1 Ursula K. Le Guin, ‘The Birth of Love by Joanna Kavenna,’ The Guardian, 5 Haziran 2010.
2 Bkz. örneğin, Timothy Mitchell, Carbon Democracy: Political Power in the Age of Oil (London and New York: Verso, 2011); Matthew T. Huber, Lifeblood: Oil, Freedom, and the Forces of Capital(Minneapolis, MN: University of Minnesota Press, 2013); Naomi Klein, This Changes Everything: Capitalism Vs. the Climate (London: Allen Lane, 2014); and Jason W. Moore, ed., Anthropocene or Capitalocene? Nature, History, and the Crisis of Capitalism (Oakland, CA: PM Press, 2016).
3 Jason Hickel, ‘The great challenge of the 21st century is learning to consume less. This is how we can do it,’ World Economic Forum, 15 Mayıs 2018.
4 Hickel.
5 Helena Horton, ‘“Carbon footprint gap” between rich and poor expanding, study finds,’ The Guardian, 4 Şubat 2022.
6 Karen McVeigh, ‘West accused of “climate hypocrisy” as emissions dwarf those of poor countries,’ The Guardian, 28 Ocak 2022.
7 Bkz. World Population Review, ‘Total Fertility Rate 2022.’
8 Jason Hickel ve Kate Raworth gibi ‘Küçülme’ savunucuları, ekonomik büyümeyi nüfus artışından ayrı olarak ele almakta – çünkü bunlar doğrudan ilişkili değildir – ve “gezegenin imkanları dahilinde herkesin ihtiyaçlarını karşılayan” ve “büyüse de büyümese de gelişmemizi sağlayan” ekonomileri savunmaktadır. Bkz. Kate Raworth, Doughnut Economics: Seven Ways to Think Like a 21st-Century Economist (London: Penguin, 2017).
9 Bu ihlallerden bazılarına genel bir bakış için bkz: Betsy Hartmann, Reproductive Rights and Wrongs: The Global Politics of Population Control (1995; Chicago, IL: Haymarket Books, 2016). Bugüne kadar, Çin’in ‘tek çocuk politikası’ (1980-2016) nüfus yönetimi bağlamındaki insan hakları ihlallerinin belki de en kötü şöhretli örneğidir ve bebek katlinin yaygınlaşmasına ve kız çocuklarının terk edilmesine yol açmıştır.
10 Loretta J. Ross and Rickie Solinger, Reproductive Justice: An Introduction (Oakland, CA: University of California Press, 2017), s. 22.
11 Ross ve Solinger, s. 22.
12 Bkz. Ross ve Solinger, s. 9-57.
13 Ross ve Solinger, s. 31.
14 Angela Y. Davis, Women, Race and Class (1981; London: Penguin, 2019), s. 189.
15 Davis, s. 192.
16 İkili bu kitabı birlikte yazmış olsa da, yayıncı tarafından sadece Paul Erlich’in yazdığı belirtilmiştir.
17 Bkz. Thomas Malthus, An Essay on the Principle of Population and Other Writings, ed. by Robert Mayhew (London: Penguin, 2015).
18 Paul Erlich, The Population Bomb (New York, NY: Ballantine Books, 1968), s. 15-16.
19 Charles C. Mann, ‘The book that incited a worldwide fear of overpopulation,’ Smithsonian Magazine, Haziran 2018.
20 Hartmann, s. ix.
21 Bkz. Planet of the Humans, yönetmen Jeff Gibbs, prodüktör Michael Moore (2020).
22 Jade S. Sasser, On Infertile Ground: Population Control and Women’s Rights in the Era of Climate Change (New York, NY: New York University Press, 2018).
23 David Attenborough: Gezegenimizden Bir Yaşam (Netflix, 2020).
24 Amitav Ghosh, The Great Derangement: Climate Change and the Unthinkable (Chicago and London: University of Chicago Press, 2016), s. 113.
25 Mary Fitzgerald, ‘Climate change is a feminist issue,’ The Guardian, 27 Ekim 2009.
26 Donna J. Haraway, Staying With the Trouble: Making Kin in the Chthulucene (Durham and London: Duke University Press, 2016), s. 6-7.
27 Adele E. Clarke, ‘Introducing Making Kin not Population,’ in Making Kin not Population, ed. by Adele E. Clarke and Donna Haraway (Chicago, IL: Prickly Paradigm Press, 2018), s. 1-39.
28 Clarke, s. 31.
29 Donna J. Haraway, ‘A Cyborg Manifesto,’ in Manifestly Haraway (Minneapolis, MN: University of Minnesota Press, 2016), s. 3-90 (s. 52).
30 Lierre Keith ve Julia Barnes ile FiLiA Podcast bölümü, ‘Bright Green Lies: Reclaiming the Environmental Movement,’ 31 Mayıs 2021.
31 Maria Mies and Vandana Shiva, ‘People or Population: Towards a New Ecology of Reproduction,’ in Ecofeminism, ed. by Maria Mies and Vandana Shiva (1993; London: Zed Books, 2014), s. 277-96 (s. 289).
32 FiLiA Podcast.
33 Damızlık Kızın Öyküsü‘nün (1982) ve onun edebi ve televizyondaki uzantılarının en çarpıcı yönlerinden biri, cinsel yeniden üretimin kapitalist devlet planlamasındaki merkeziliğini vurgulama biçimidir.
Kaynak: The Radical Notion
Çeviren: Serap Güneş