Kırmızı Pazartesi meşrebinden Rusya Ukrayna’ya savaş açarken ister istemez aklıma Iron Maiden’in The X Factor albümü geliyor. Albümdeki parçaların melodileri hafızamda çınlamaya başlıyor. Maiden, bu albümü tamamladığı esnada devam eden Bosna Savaşı’ndan kareler art arda önümden geçmeye başlıyor. İnsanı melankoli dalgası kaplıyor. Bilhassa, albümün bir sonbahar günü çıkması, The X Factor’a alabildiğine hüzün dolu bir hüviyet kazandırmıştı. Albümün elime geçmesi epey sürmüş, saatler geriye alınmış, havalar iyiden soğumuş, bir tanıdık vasıtasıyla gelen kasetin paketini açmak kara bir kış gününe denk gelmişti. Detaylar hâlâ aklımda. Çünkü Kıbrıs’ın kuzeyi kültürel anlamda bir mahrumiyet bölgesidir. Zaten başka türlüsü kabil değildir.
Bu sabık Maiden albümünün, grup hayranlarını etkileşime soktuğu “Lord of the Flies”, “Heart of Darkness” ve “The Name of the Rose” gibi edebi temaların kendi karanlığı yetmezmiş gibi, kasvetli melodilerle iyiden melankoliye uğradığımı anımsıyorum. Hangimiz William Golding’in Sineklerin Tanrısı, Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği (tabii yönetmen Francis Ford Coppola’nın mevzubahis eserden mülhem 1979 yapımı kült filmi Apocalypse Now/Kıyamet’i unutmamalı) ve Umberto Eco’nun Gülün Adı romanlarını ufak yaşta The X Factor’dan öğrenmedik ki? Bence açık ara en karanlık ve melankolik Maiden albümü The X Factor’dı.
Albümde en az bunlar kadar dikkat çekici bir unsur da grubun yeni vokalisti Blaze Bayley’nin duygulu, kirli, hatta bluesvari vokalleri idi. Albümün piyasaya çıktığı dönem Heavy Metal düşüşte, Grunge ve Pop Punk ise yükselişteydi. Bu da Maiden ve Heavy Metal açısından fevkalade hüzün verici bir diğer durumdu.
Dediğim gibi, başka nedenlerin yanında, The X Factor’a haiz melankoli grubun savaş karşıtı tutumundan geliyordu. Şimdi maalesef, Ukrayna’daki savaş ve memleketin berbat aktüalitesinden dolayı, içimde benzer bir melankolinin kabarmasına engel olamıyorum. Ağır, insanı aşağıya çeken bir duygu bu. Bilhassa, Gregoryen vokaller ve atmosferik klavyelerle başlayan 11 dakikalık epik açılış parçası “Sign of the Cross”, Maiden tarihinin belki de en karanlık ve mistik parçasıydı. Albümdeki öteki şarkılar ve göndermeler de en az “Sign of the Cross” kadar kabaran kara bulutlardan payını alır nitelikteydi. Modern aklın karanlık temayülleri ve böyle bir rasyonalitenin – Bosna ve Ukrayna’daki – vahşeti, The X Factor’a bir ruh gibi sinmişti. Tıpkı Ukrayna trajedisi gibi, Avrupa’nın göbeğinde patlak veren Bosna Savaşı’nı konu alan “Blood on the World’s Hands” parçası modernitenin karanlık yüzünün tetiklediği kaygıların melankolik bir iz düşümüdür. “Lord of the Flies”, “The Edge of Darkness”, “Fortunes of War”, ve “The Aftermath” gibi şarkılarda dem vurulan şiddet ve insan doğasının karanlığı, albümü boydan boya kateden melankolik hattı daha da görünür hale getirir. Çünkü, bu dehşet öykülerinde yapılan en önemli vurgu, vuku bulmuş dehşet manzarasının anlamsızlığı ve tinsel yıkımın insan aklına dayalı modern ilerlemeye duyulan iyimserliği akim bırakmasıdır.
Son olarak, Blaze, Maiden’e adım atmakla, küçük bir gruptan popüler bir gruba girmenin sonuçlarına katlandı. Başka türlü söylersek, Blaze, önceki grubu Wolfsbane’de yapmak istediklerini Maiden’da yapamadı. Beklendiği üzere, Maiden’a has muhafazakâr beklenti sistemi, bir radikal öteki olan Blaze’i evcilleştirerek, yani onu ötekileştirerek, Maiden’a kabul eder. Blaze’in o nevi şahsına münhasır boğuk ve derin sesinin, eski vokalist Bruce Dickinson’ın opera icracılarını andıran vokalleriyle karşılaştırılması ve takdir görmemesi, kalan günlerde Blaze açısından işleri çok daha zorlaştırır. Ve Blaze’in önlenemeyen düşüşü başlar. Burada ister istemez aklıma albümün “Man on the Edge” parçasındaki “Falling down, falling down” nakaratı geliyor!
*Bu yazının ayrıntılı ve daha teorik versiyonu Birikim Dergisi’nde yayınlanmıştır.
İbrahim Beyazoğlu, Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi ve gazetecidir. [email protected]