Emirnameye dair ilk toplantıya katıldığımda, 5 – 10 kişilik bir toplantı olacağını düşünmüştüm. Ancak tam tersine son derece kalabalık bir grup toplanmıştı. Ağırlıklı olarak görünür olan grup ise mütahitlerdi.
Birkaç sivil toplum aktivisti ve akademisyen dışında herkes ortamı germe niyetindeydi ve öyle de oldu. Şehir Planlama Dairesi Müdürü’nün ifadeslerine sinirlenen Mete Boyacı, Miami modeli diye ortaya attığı yüksek kat talebini destekleyenler ve buna karşı olanların gürültüsü içinde emirname süreci sekteye uğradı. Birkaç gün içinde geçmesi hedeflenen Mağusa – Yeni Boğaziçi – İskele emirnamesi neredeyse 1 ay gecikmeli olarak uygulama konuldu.
Bu arada belediyelerin ek mesai yaptığı, kopyala yapıştır projelerin onaylandığı tartışılmaya başlandı. Bir ay zarfında, yetiştiren “hak kazanma” sevdasına düştü. Mahkemenin ara emri açıklanmasaydı, muhtemelen imar planının Ruhuna aykırı onlarca anomali yaratılacaktı.
İmar planı süreci başladığında, sürece katkı sağlamak adına çeşitli toplantılarda bulundum. Bu açıdan kendimi konu özelinde şehir plancılar kadar olmasa da, süreci anlamış olan biri olarak görmekte, nihai karara etkim olmasa da, süreçlere dahil olmamdan ötürü kendimi bu konuda sorumlu hissediyorum. Bu yazının yazılma sebebi ise kendi anlayışım dahilinde gelinen noktaya dair düşüncelerimi paylaşmaktır.
Dahil olduğum toplantıların bazılarında sessiz kalıp, yorum yapmamaya böylelikle tepkileri doğru anlamaya özen gösterdim. Ekonomist gözüyle toplantılarda, çıkar gruplarının direnç noktalarını anlamaya böylelikle direnç noktalarındaki farklılaşmaların üzerinden köprü kuracak bir ekonomik modeli oluşturma ilkesine sadık kalmaya özen gösterdim.
Kendi önceliklerimi bir kenara alarak, ciddi farklılıklar gösteren grupları anlamak ve ona göre süreçte katkı sağlayabilecek noktaları ön plana almanın önemli olduğuna inanıyorum. Özellikle direnç noktalarının ekonomik, sosyal, psikolojik, politik maliyetlerini iyi ölçüp; etkili bir sinerji ile sürdürebilir bir kalkınma anlayışının inşaa edilmesi son derece önemli olduğu anlayışıyla, kutuplaşmaların uzlaştırılması gerektiğine inanıyorum.
Her ne kadar imar planı süreçlerinde paydaşlar belediyeler esas noktayı oluştursa da; mütaahitler, ekonomik örgütler ve bölge sakinlerinin kaygılarının ayrıca anlaşılması önemlidir. Çünkü yerel yönetimler oy veya benzeri siyasi kaygılar nedeniyle; kamusal çıkarlardan önce kendisi için kilit gördüğü çıkarlara odaklanarak tercih yapacağı genel bir davranışı temsil etmektedir.
Bu açıdan zümresel çıkarlara değil, BM’nin ortaya koyduğu Milenyum Kalkınma Hedeflerinin ışığında konuya yaklaşmanın önemli olduğuna inanıyorum. Sonuçta, sürdürebilir kentlerde, herkes için yaşanabilir ve herkes için kaliteli hayatın önceliklendirilmesi esası ile hareket etmenin sağlıklı olduğuna ikna oldum.
Bu bağlamda süreç içinde tavırları netleşen iki farklı grubun oluştuğu açıktır. Bu grupların davranışı tahlil ettiğimizde ortaya şöyle bir durum çıkıyor. Bir taraf imar planının gerekliliğini ortaya koyup, ekolojik ve sosyal kaygılara çözümlerin de bununla geleceğini vurguluyor.
Bir diğer taraf ise şu an yürürlükte olan Fasıl 96’nın uygulanmasına devam etmek istiyor. İkinci grup imar planına karşı olmadığını söylese de, niyetlenen kalıcı yapılaşmanın belli bir düzenleme ile sınırlandırılmaması, sınırlandırılacaksa bunun bir etki yaratmaması eksenindedir. Kısa dönemli kazanım, uzun dönemli sinerjileri görmezden gelir. Bu da temel olarak yukarıda belirtilen ilkelerle çeliştiğine inanıyorum.
Her ne kadar da neoliberal iktisadi anlayışın “Bırakınız Yapsınlar” anlayışını ön plana almaya çalışanlar çıkarlarını bu eksende korumaya çalışsa da gerçekleşen tercihlerin öncelikle kamusal alana yapılan müdahaleleri barındırdığını vurgulamak gerekir.
Bu durumda, kamu ile özel arasındaki ilişkinin belirleneceği bir düzenleme içinde aktörlerin yer alması esastır. Bu bağlamda imar planı bu düzenlemenin kendisidir. İmar planı olmadan geldiğimiz bugüne kadar gerçekleşen yapılaşma aslında birçok sektörün çok uzun dönem avantajlı konumlarında elde ettikleri gelir fazlasını oluşturmuştur. Düzenlemeden önce gerçekleşen durum ekonomik olarak asimetrik bir yapı yarattığı gibi, sürdürebilirlik ile de çelişki içindedir.
İmar planı bir düzenlemedir ve tüm sektörler gibi kentlerin dönüşümü de bir düzenlemeye tabi olmalıdır. Daha basite indirgeyecek olursam, sağlık, eğitim vs… gibi hizmet sektöründe belli düzenlemeler vardır. Kamu sektöründe veya özel sektörde ticaret yapan, esnaflık eden insanların uymakla yükümlü oldukları kurallar, belli standartlar vardır. Bunların tümü kentlerin gelişimi için de geçerli olmalıdır
Düzenleme ekonomik faaliyet alanlarındaki tüzel ve gerçek kişilerin belirli kurallarla ilişkiye girmesine yardımcı olur. Rüşvet, torpil, yolsuzluk yada müşteri kazıklamak kabul edilebilir değildir. Bu tarz kötü uygulamaların olması sadece bireysel bir kazanım çerçevesinde ele alınmaz. Temel olarak adalet anlayışını da zedelediği için, aslında sürdürebilir kalkınmanın da önünde bir bariyer yaratır. Denetleyici ve düzenleyici kurumlar işletmelerin gündelik davranışlarını bir disiplin altında tutarsa; imar planı da kentlerin gelişiminin bir disiplin mekanizması içinde hareket etmesini sağlamaktadır.
Düzenleme ve denetlemeye karşı mıyız?
Mesela halk sağlığı konusunda bir üst düzenlemeye karşı olabilir misiniz?
Neşteri eline alan herkesin ameliyet yapması konusunda hiçbir düzenleme olmasa hayatınızdan şüphe duymaz mısınız?
Kent güvenliği ile ilgili herkes kendinden sorumludur deseler, güvenlikle ilgili kaygınız olmaz mı ?
Sağlığın yada güvenliğin düzenlenmemiş olmasının sonuçlarına yönelik kaygılarımız varsa, fiziki alana dönük de kaygıların olması normaldir. Çünkü planlama, fiziki alana dair yaşanabilir bir ortam sunmayı hedefler, ekonomik aktörlerin sağlıklı bir sinerji ile yaşamasına olanak sağlar.
Doğrusu düzenleme olmadan kendi kendine büyüyen bölgelerle ilgili ortaya çıkan sorunların en barizi Girne’nin geldiği durumdur. Ancak, Mağusa’da da benzeri bir durum söz konusudur. Mesela, Mağusa’nın kapalı Maraş bölgesinin yapılaşma biçimine bakarsanız bu durum ortaya çıkar. 1970li yıllara kadar hızla gelişen Maraş bölgesinde kıyı bütünlüğünün tamamen ihlal edildiği, hızla büyüyüp aslında uzun dönemde getiri getiremeyecek bir sonuç yaratmış bir durumdur.
Her ne kadar Kapalı Maraş bölgesinin büyüleyici geçmişi herkes için bir romantizm biçimini gösterse de; bugün Kapalı Maraş’ın yapılaşma biçiminin hastalıklı olduğunu söylemek için dahi olmanıza gerek yoktur. Belli bir saatten sonra binaların gölge yaratmasından dolayı güneşlenmeye bile olanak sağlamayan, rekreasyon alanları olmayan, sahil şeridinin belli noktalarda tamamen erişilemez hale geldiği bir yapılaşmanın uzun dönemli bir perspektifi yansıtmadığı ortadadır.
Geldiğimiz noktada, yatırımın çok katlı bina yaparak rant yaratma gibi ilkel bir modelle sınırlanmış olması biraz da kktc sorunu ile ilgilidir. Kaynakların optimal kullanımı yerine, kısa dönemde en yüksek kazanıma odaklanan anlayışı bugün yaşanması imkansız bir durumu ortaya çıkarmaktadır.Varlığı ile ilgili bile 20 – 30 yıllık gelecek planı yapamadığımız Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşanılan yapılanma içinde var olmaya çalışan girişimcilerin yarın dünya yok olacakmış gibi kısa dönemli kar peşinde koşması şaşırtıcı değildir. Yaşadığımız statükonun içsel çelişkisidir. Siyaseten bu çelişkinin ömrünü uzatmak adına sorumluluktan kaçanlar ise kendi çıkarlarını toplumun beklenti ve ihtiyaçlarının önüne koymaktadır. Buna “ekonomik” bir kılıf uydurma gailesi ile yanlıştan dönmek yerine yapılan yanlışı geliştirmektedirler.
Kısa dönemli davranışlar sadece bölge ile ilgili de değildir. Ağırlıklı olarak bölgedeki anomalilerden sorumlu tutulan inşaat şirketleri ile ilgili kısa bir araştırma yaptığınızda; bu firmaların neredeyse tümünde kurumsallaşma sorunları olduğu açıktır. Büyüme projeksiyonları geriden gelen, akıllı uygulamalardan uzak biçimde; tamamen gayri-ciddi çalışan yapılanmaların varlığı doğal olarak işlerin etkin yönetilmesine olanak sağlamamaktadır.
İsimlerini zikretmeye gerek olmasa da, tamamen anlık kararlar ve 5 yılı aşmayan planlarla; günü birlik yönetilen şirketlerin, özellikle bölgede doyuma ulaştığı noktada, yangından kaçarcasına boş bırakacakları daireleri, yarım bırakılacak yüksek binaları görmek üzere olduğumuz bir sona yaklaştığımız gerçektir. Sektörün girdiği daralmanın devamlılığının yaratacağı maliyeti; zayıf ekonomik koşullarda var olmaya çalışan “devlet yapılanması” çözemeyecektir. Birileri kolaycılığa kaçıp, sorunu emirnameye, imar planına yıkmak isteyecektir. Ancak hepimiz biliyoruz ki sorunun kendi, kısa dönemli kararlarla oynanan kumardır.
Hal böyleyken, birkaçı hariç, uzun dönemde varlıkları garanti altında olmayan firmaların bölgenin 25 yıllık geleceğini belirleme hakkını kendilerinde bulmaları ve kendilerini sıradan bir vatandaşın dertlerinden üstün saymaları kendini bilmezlikten başka nasıl açıklanabilir ? Benim takıldığım nokta tam da budur. Bir grubun kendini başka bir grubun üstünde tutması nasıl mümkün olabilir? Bu konuda taviz vermek, demokrasiden taviz vermek demektir ki bu toplumsal birlikteliğimize aykırıdır.
Teknik detaylarla boğulmadan kentlerdeki çarpık yapılaşma ile ilgili en büyük anomalinin kaynağı kısa dönemli kazanç arayışı ile oluşturulan statükodur. Bunda kktcnin mevcut durumu da rol oynar ancak bunun düzeltilmesi yerine derinleşmesini destekleyenler de eş derecede hatalıdır.
Özel sektörün kendini büyütmek için bulduğu formülün; sürdürebilir olmadığı, kentlerin de bu sürdürülemez yapıya feda edilmesi anlamına gelmemelidir.
Yerel yönetimlerin yaptığı açıklamalar, malesef bunun tam zıddıdır. Özellikle Yeni Boğaziçi ve İskele Belediyelerin takındığı tavır bu bağlamda bölgenin kaderine vurulmuş ağır bir prangadır.
Birkaç seçim dönemi sonra; geri dönülemeyecek ucubeler yaratmak yerine; geleceğe dair sürdürülebilir bir yola girilmelidir. Geleceğe dair riskli bir kumar oynamak yerine, kontrolün yerel yönetimlerde olacağı demokratik ve şeffaf bir süreç izlenmelidir.
Kuralsızlık kural olmamalıdır!…