Yazan: Marina Garcés
Çeviren: Erman Çete
Kaynak: Vesaire
Bugünün dünyası radikal düzeyde aydınlanma karşıtı. Kant 1784’te Avrupa toplumlarının Aydınlanma döneminde olduğunu ilan ettiyse, artık gezegenin her yerinde aydınlanma karşıtı bir dönemde olduğumuzu söyleyebiliriz. Kant bu terimi dinamik bir anlamda kullanmıştı. Aydınlanma bir hal değil, görevdi. Aynı şey bizim zamanımız için de geçerli. Aydınlanma karşıtlığı bir hal değil, savaştır.
Bu aydınlanma karşıtı savaşın çok yüzü var, gün geçtikçe de çoğalıyor. Siyasi alanda, giderek artan otoriter bir dürtü despotizmi ve şiddeti yeni bir harekete geçirici güç haline getirdi. Buna genelde “popülizm” deniyor, fakat bu kafa karıştırıcı bir terim. Sahip olduğumuz şey, toplumun geneline nüfuz eden yeni bir otoriterliktir. Kültürel alanda, savunmacı ve saldırgan kimlikler zafer kazanıyor. Beyaz Batı Hıristiyanlığı kendi değerleri üzerinde daha inatçı hale gelirken, dünyanın pek çok yerinde hatta kendi soy kütüğünü reddeden Batı eleştirel düşüncesinde Batı karşıtı öfkeyi serbest bırakıyor.
Tüm çevrelerde modern öncesine duyulan hayranlık zafer kazanıyor: “daha önce” var olan her şey daha iyiydi. Zygmunt Bauman’ın ölümünden sonra yayımlanan Retrotopia adlı kitabında açıkladığı gibi, kabile yaşamından sömürge öncesi yaşamın herhangi bir biçimine övgüler düzmeye kadar, bu idealize edilmiş bir geçmişe yansıtılan ütopyalara, sırf öyle oldukları için sığınma arayışıdır. Bugün eğitim, bilgi ve bilim de itibarsızlaşıyor, topluma yalnızca istihdam çözümleri, teknik çözümler, iktisadi çözümler gibi belirli çözümler sunabildiklerini gösterdikleri takdirde bu durumdan paçayı sıyırabiliyorlar.
Çözümcülük hem bireyler hem de toplum olarak bizi daha iyi yapma gücünü yitirmiş bilginin kılıfıdır. Artık bilgiye inanmıyoruz, bu yüzden çözüm istiyoruz ve çözümden başka bir şey istemiyoruz. Kendimizi daha iyi hale getirmeyi değil, daha iyi bir geleceği hedeflemekten vazgeçtiği için hiçbir yere gitmeyen bir zamanda yalnızca daha fazla imtiyaz elde etmeyi düşünüyoruz.
Aydınlanma karşıtı savaş, gönüllü bönlüğe dayanan toplumsal, kültürel ve siyasi bir rejimi meşrulaştırıyor. Kant Aydınlanma Nedir? başlıklı ünlü makalesinde insanın “kendi kendine ortaya çıkan olgunlaşmamışlığından” bahseder. Bugün, bu “reşit olmama [hali]” (Minderjährigheit) yerine, herhangi bir zamanda kendi çıkarına en uygun olana inanmaya ya da inanıyormuş gibi yapmaya sinik bir şekilde istekli olan yetişkin –ya da daha doğrusu bunak– bir topluma sahibiz. Medya buna “hakikat sonrası” (post-truth) diyor, ama bu aynı zamanda “retrotopik” bir terim çünkü gerçeğin daha iyi bir geçmişte geride bıraktığımız şey olduğunu öne sürüyor. Geçmişte daha fazla hakikat ya da daha az hakikat yoktu. Aksine, farklı çağlarda insanları baskı altında tutan bönlükle mücadele etmenin farklı yolları vardır. Kendi zamanımızdaki bönlük düzeniyle mücadele etmek için kendimize özgü bir yol bulmalıyız.
Mevcut iktidarsızlığımızın bir adı var: aydınlanmış cehalet. Her şeyi biliyoruz ama hiçbir şey yapamıyoruz. İnsanlığın bütün bilgisi elimizin altındayken, uçuruma düşüşümüzü sadece yavaşlatabilir ya da hızlandırabiliriz. Radikal Aydınlanma, insan doğasının özgürleşebileceğine ve kendini geliştirebileceğine inanan, bönlüğe karşı bir savaştı. Silahı ise eleştiriydi.
Bu radikal eleştirel seçeneği, kapitalizmin yayılması ve sömürgecilik yoluyla son üç yüzyıldır dünyaya hakim olan modernleşme projesiyle karıştırmamalıyız. Tahakkümün “medenileştirme” projesi ile özgürleşmenin eleştirel seçeneği arasında yeniden keşfedilmesi gereken bir boşluk vardır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği’nde günümüze ilişkin ünlü son sözlerini yazdılar: “En geniş anlamıyla düşüncenin ilerlemesi olarak anlaşılan aydınlanma, her zaman insanları korkudan kurtarmayı ve onları efendiler olarak yerleştirmeyi amaçlamıştır. Yine de bütünüyle aydınlanmış yeryüzü muzaffer felaketlerle ışıldar.”
O zamandan beri “aydınlanma” ve “felaket” neredeyse eşanlamlı terimler olarak anlaşılmıştır. Fakat bu özdeşleştirme başka bir özdeşleştirmeyi de içeriyor: “İnsanları korkudan kurtarmak ve onları efendiler olarak yerleştirmek” aynı şeymiş gibi ortaya konuyor. Ama durum gerçekten böyle mi? İnsan türünün kendisini sürdürülebilirliğin sınırlarına getiren felaketin mevcut büyüklüğü göz önüne alındığında, belki de bu ifadenin ve bu iki yönlü özdeşleştirmenin sonuçlarını açığa çıkarmanın zamanı gelmiştir. Her özgürleşmenin daha da korkunç tahakküm biçimlerine yol açtığı ve her bilgi biçiminin yeni güç ilişkilerini harekete geçirdiği bir gerçektir, fakat dünyayı dönüştürmeye yönelik her türlü radikal projeyi ve özgürleşmeye yönelik kişisel ve kolektif arzuyu teşvik etmeyi mahkum etmek için kullanılan gerici argüman da böyledir. Dolayısıyla felaketin geri döndürülemezliğini bir dogma olarak kabul eder hale geldik.
Bu nedenle, herkes için bir gelecek tasarlayan modernitenin ve her insan için tükenmez bir şimdiyi kutlayan postmodernitenin ötesinde, çağımız ölüm sonrası durumun çağıdır. Sadece eksilten bir zamanda, birbirimize karşı mücadele ederek hayatta kalıyoruz. Peki, ya bilgi ile özgürleşme arasındaki ilişkiyi bir kez daha düşünmeye cesaret edersek? Bunlar basmakalıp, naif sözler gibi görünebilir, fakat bugün iktidarların, birlikte daha yaşanabilir ve adil bir dünya inşa edebilmemiz için kendimizi eğitme kapasitemizle alay ederken peşinde oldukları demobilize edici etki tam da budur. Bize teknoloji ve talep üzerine söylem biçiminde her türlü kurtuluş aygıtı sunuluyor. Liderler ve bayraklar. Kısaltmalar. Bombalar. Bu da bizi nihayetinde biz insanların kanıtladığımız kadar aptal olabileceğimiz, zira dünyayı ve liderlerini bizden “daha akıllı” yapacak yapay zeka projelerine yönlendiriyor. İflah olmaz derecede aptal sakinleri için akıllı bir dünya.
Artık 19. ve 20. yüzyılların kültürünü gölgelerle lekeleyen büyülenme ve büyünün bozulması diyalektiğinde boğulmuyoruz. Teslimiyetin eşiğindeyiz: insan ırkının daha onurlu bir şekilde yaşamak için öğrenme ve kendimizi eğitme görevi karşısında teslimiyet. Bu teslimiyet karşısında, yeni bir radikal aydınlanma üzerine düşünmemizi, bönlüğe karşı mücadeleyi sürdürmemizi ve insan deneyiminin kendisinden öğrenme kapasitesindeki özgürlüğünü ve haysiyetini olumlamamızı öneriyorum. Zamanında bu mücadele devrim niteliğindeydi. Artık ihtiyacımız. O zamanlar ışığı geniş, umut verici, istilacı ve hükmedici bir evrensel olgu olarak parlıyordu. Artık bu gezegensel çağda, müşterek ve kucaklayıcı bir evrenselliği aramayı öğrenebiliriz.