Bu makale ilk kez 5 Nisan tarihinde Avrupa Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
O anda, bir zamanlar ne zaman baş başa kalsalar oynadıkları oyunu anımsamıştı, ilk hangisi başlatmış bilmiyordu. Bilge (Karasu), ya bir Osmanlı beyefendisi ya da bıçkın bir semt delikanlısı oluyordu. O da (Tomris Uyar) ya şanlı geçmişiyle övünen bir hanımefendi ya da erkeklerle konuşurken yüzü kızaran ama ağzından kaçırdığı bazı sözcüklerden pek de masum olmadığı anlaşılan bir Rum kızı. Bilge, nasıl bir sahne kurguladığını Tomris’e dilsel birtakım ipuçlarıyla sezdirirdi (bazan Osmanlıca, bazan şive, bazan vurgusu bozuk bir Türkçeyle), Tomris de ters ya da düz yanıtlarıyla Bilgeyi yeni bir kurguya zorlardı. Dışardan dinleyenleri şaşkına çeviren bir oyundu bu. Öyle ya, kedici olmak ve fotoğraftan öykü çıkarmak dışında ortak bir özellikleri yoktu; “öykü anlayışları farklıydı.” Oysa farklı olan öykü anlayışları değil öykü yazışlarıydı.
*
Mezarlıktan dönerlerken Bilge, orta yaşlı, cıvıl cıvıl bir Rum kadınından söz etmişti. Annesini gömebileceği bir yer ararken bu kadın “nasıl olsa daha ölmeyeceği” gerekçesiyle kendisine aldığı mezarı önermiş. “O kadını sen yazmalısın,” demişti. Birbirlerine daha önce de bu tür ev ödevleri vermişlerdi ama bu seferki çok güçtü. Kendisinin yazmamasının nedenini sorduğunda, “Onu eğilimleri aracılığıyla kavramsallaştırmaktan korkuyorum,” yanıtını almıştı. “Olduğu-gibiliğiyle belirsin istiyorum”, demişti.
*
1966’da tanışmışlardı Bilge Karasu’yla. Turgut Uyar’ın eski deyimle “kadim” dostuydu. O yıllarda da ödül peşinde koşmayan, kalabalık toplantılara katılmayan, parasını, cinselliğini ve gururunu kendi saptadığı titiz ilkeler doğrultusunda kullanan biriydi. Edebiyat, sanat, düşün dendiğinde evrensel bir kültürü vardı, ama bu kültürü bir “üstat” kimliğiyle çömezlerini etkilemek yerine bir “usta” kimliğiyle çıraklar yetiştirmeye adamıştı. Geçim koşulları her zaman kısıtlıydı. Yine de o ince çizgili tiril tiril İtalyan gömlekleri, Yüksel Caddesi’nin ağaçlarına karışan serin-yeşil tıraş losyonuyla yaşama estetik katmaktan geri kalmazdı.
*
Bulduğunuz yolda bildiğinizce ilerlemişseniz, eleştiriler fazla dokunmaz size, nasılsa öbür kişiliklerinizden “bir şeyler” taşıyacaktır yaptıklarınız,
*
Tomris Uyar İlkokul yıllarında edebiyattan çok dünyadan ne beklediği ortaya çıkıyordu. Ortaokul yıllarındayken toplumun sorunlarına açılma isteği daha baskın çıkmıştı. Lise, yeni arayışlara yöneltiyordu onu. “Bendeniz bir sessiz film piyanisti gibi dışarıdan eşlik ettim olaylara. Hayat, büyük hesabıyla akıp giderken ben, karanlık odalarda, ince dökümlerle uğraştım. Ta gençliğimden başlayarak”, diyecekti.
*
Bireyin direnci ve onuru, o direnci ve onuru koruma savaşımı, paylaşmacılık duygusu ve henüz anlamı tam olarak sökülemeyen aşk duygusunun en çetrefil çeşitlemelerini tanıma, kavrama isteği vardı. Toplumsal ve kişisel karabasanların çakıştığı anları öğrendikten sonra, bir edebiyat yapıtının yalnızca bazı sorunların işlenmesi demek olmadığını algılıyordu artık.
*
Bu sefer de Tomris Uyar’ın Türkçe ile başlıbaşına bir bütünlük gösteren görüşünün küçük parçasıyla bitirelim: Önüme çıkan en büyük güçlük, dilimizin, siyasal tarihimizin çalkantılarıyla koşutluk göstermesi, on yılda bir ya ileriye ya geriye çekilmesiydi. Bu kaygan zeminde yazmaya çalışanlar, çeviri yapmaya uğraşanlar, uğraşlarının yanı sıra bir de taşıyamayacağı kadar ağır politik yük bindirilmiş bir tür jargon-dille başetmek zorundaydılar.