En güzel ışığı Tanrı yapar denir. Filmciler ve ışıkçılar arasında dolanan bir espridir. Çoğu ışıkçı ve sinemacı set esnasında çok ışık açmak ister. Oysa en iyisi ışığın da bir başrol oyuncusu olarak fotoğrafa veya filmin o anına hizmet etmesi gerekir. İlker Canikligil ve Ulus Baker’de böyle açıklar. Pek tabi filmcilerin ve ışıkçıların haklı bir kaygısı da vardır. Merceğe düşen ışığın iyi olması da gerekir. O yüzden Colorist ( film ve fotoğraf ressamı ) toparlar diye düşünülür çekim bittikten sonra. Amerikan sinema endüstrisi de işini şansa bırakmamak için film stüdyoda çekilir diyerek bu tartışmaları kendi endüstrisi için bitirmiştir. Çünkü en iyi işi Tanrı yapar demek, aynı zamanda Golden Hour ister. Daha net bir açıklama olarak Altın saat güneş ışınlarının yatay olarak yumuşak ve loş geldiği zaman dilimine denir. Örneğin Kıbrıs bu konuda çok imkanlı bir yerdir.
Bütün bu tartışmalar arasında ışık, film ve fotoğrafı bir sanat eserine çeviren bir ışık çeşidi var. Barok ışık. Bir fotoğraf karesinde yahut sinema sahnesinde sadece göstermek istediğiniz yerleri aydınlatıp, göstermek istemediğiniz yerleri karartmanız gereken bir ışık çeşidi. Işıkla yapılan bir hikâye anlatıcılığı. Türk sinemasında da Barok Işığı en iyi kullananlardan birisi de NBC sinemasıdır. Eğer okumak isterseniz bu konuda iyi incelemelere yer veren bir araştırma makalesi de var. Her ne kadar tek bir film üzerinden yapılsa dahi, gün geçtikçe yeni filmlerinde Barok Işığı daha iyi kullandığını görüyoruz.
Fotoğraf veya sinema ışığına meraklı okuyucularımız arzu ederlerse İlker Canikligil’in ışık ile alakalı aşağıdaki iki videosunu izleyebilir.
Emre Çakmak fotoğraflarına baktığımızda Barok Işığı incelikle kullandığını görüyoruz. Fotoğraflarında bize göstermek istediği yerler üzerinden anlatmak istediği hikâyeler var. Işık incelikle kullanıldığında elbet fotoğraf üzerinde size vakit geçirten bir taraf da oluşuyor.
Emre Çakmak fotoğraflarında diğer gördüğümüz şey ise insanların kendi suretleriyle birlikte gölgelerini de görüyor oluşumuz. Gölge dünyadaki en nadide şey. Çünkü dünyamızdaki tek iki boyutlu varlık gölgedir. Dünyamız üç boyutlu, gördüğümüz bütün şeyler üç boyutludur.
Fakat fotoğraftaki ya da sinemadaki gölge bireyin karanlık taraflarına, bireyin bilinçaltına aracılık eder. Ben bugün sadece Barok Işığı kullandığı eserlerine sizlerle bakmak istedim. Sizi Emre Çakmak fotoğraflarıyla ve kendi fikirlerini anlattığı röportajdan kısa bir bölümle baş başa bırakıyorum.
İyi seyirler.
Emre Çakmak’ın Upphotographers.com‘da yayınlanan röportajından bazı bölümler:
Benim için sokak belirli bir yerin adı değil, bir tarzın adıdır. Kalbimin özgür olduğunu hissettiğim anları ifade ediyor. Bir şiir bir şair için ne ifade ediyorsa, fotoğraf da benim için aynı şeyi ifade ediyor. Başka bir deyişle, dilin imgelere dönüşmesidir. Sadece görsel bir anı ya da belge değil, aynı zamanda bir ifade biçimi. Fotoğraf bana dünyayı ve kendimi keşfetme şansı veriyor. Keşfetmek için araştırmak gerekir ve keşfedenler ancak yoğun bir şekilde araştıranlardır. Bu, göze hitap eden bir estetik arayışı ve akla ya da kalbe dokunan bir hikaye arayışıdır. Her arayış bir tür hezeyandır. Fotoğrafını çekmek için bir sahne aradığımda, bir hezeyan halinde olduğumu bilirim ama bunu duymam. Fotoğraf çekmek için uygun manzarayı gördüğüm anda, sayıklamalarımın fısıltılarını duymaya başlıyorum. Böylece o an benim belirleyici anım oluyor. Bedenim ve ruhumla o anın içinde var olmaya başlıyorum. Fotoğraf, sırtımı geçmişin pençesinden, göğsümü geleceğin pençesinden koruyan bir tür kalkana dönüşüyor.
Fotoğraflar, fotoğrafçının zaman ve mekânla etkileşimi sonrasında ortaya çıkan görsellerdir. Ancak hiç kimsenin zamanın merkezinde olmadığı sürece bir mekânın merkezinde olması mümkün değildir. Bu yüzden fotoğrafçı öncelikle o zaman diliminde olmalıdır. Ben nerede kendime dönersem orada fotoğraf çekebilirim. Bu her yerde işe yarayabilir ama her zaman değil. İstanbul, İzmir, Ankara, Bolu gibi Türkiye’nin büyük şehirlerinde fotoğraf çektim. Ailem İzmir’de yaşadığı ve ben de Ankara’da üniversite okuduğum için genelde bu iki şehirde fotoğraf çekiyorum. Yaşadığım çevrede fotoğraf çekmenin bazı avantajları var. Örneğin o bölgede yaşayan insanları, hayvanları, iklimi, yapılan aktiviteleri çok iyi bildiğim için ne olacağını tahmin etmek kolay oluyor. Öte yandan, daha önce hiç gitmediğim şehirlerde ve yerlerde fotoğraf çekmenin de bazı avantajları var. Örnek vermek gerekirse, gezip dolaşırken kendimi daha meraklı hissediyorum. Her şeyi ve her yeri merakla inceliyorum çünkü yabancı bir yerin ne sunacağını tahmin etmek mümkün değil.
Her anın insan kalbinde bir karşılığı vardır. İnsanlar onları kalplerinde saklarlar. Ben de anların yüreğimdeki tepkilerini görselleştirmeye başladım. Dolayısıyla fotoğraf benim çığlığıma bir ağız oldu ve bana kendimi ifade etme şansı sağladı. Fotoğraf beni hem kendi içimde hem de dünyada bir arayışa itiyor. Bu arayış insan ruhunu canlı tutuyor. Aramaya devam ettikçe hayatta kalıyorum ve hem kendimi hem de dünyayı keşfediyorum. Ayrıca kendimi ve başkalarını varlığımı hissettirmek için fotoğraf çekiyorum. Fotoğraflarım hayatta tanık olduklarımın kanıtıdır. Gözlerimin önünde yitip giden zamanın ömrünü uzatıyor ve ölümümü dünyanın sonuna erteliyorum fotoğraflarımla. Umberto Eco’nun dediği gibi: “Hayatta kalmak için hikayeler anlatmalısınız”.