Kazancakis’in Zorba isimli eserini bilmem kaçıncı kez okuduğumda yine başlıkta paylaştığım satırların büyüsü ile varoluşsal soru(n)ların, bireyselliği ve toplumsallığı üzerine düşünürken, aklıma yıllar önce Niyazi Kızılyürek’in yine aynı başlıkla yazdığı makaleye bir kez daha göz atmak geldi.
Üzerinden neredeyse 8 seneden fazla zaman geçen Yenidüzen’de yayınlanan makalesinde Niyazi Kızılyürek, Kazancakis’in sözlerindeki Neitzshe’ci nihilizminin altını çizdiği, Lenin ve Buda’ya olan hayranlığı ile birlikteki iç çelişkileri ortaya koyarken, Kazancakis’in Kıbrıs serüvenine dair notları paylaştı. Ruh ve aklın bölünmesi olarak ortaya koyduğu arayıştaki “umut” ve “korkunun” noksanlığının bir sonucu olan özgürlük hissinin toplumsal olduğunu hatırlatıp, yalnız bir insanın özgür olmadığını ifade etmişti.
Doğrusu, üzerinden geçen zamanın ardından belki yaşadığımız bunca küresel, bölgesel ve yerel noksanlıklar ardından bir kez daha Kazancakis’in umut ve korkudan arınarak özgürleşme deyişine bir kez daha bakmakta yarar var.
Tarihin ciddiyetini kavrayarak dünden bugüne bakarken karşımıza Doğu Akdeniz’deki siyasi ve militarist provokasyonlar, (kapalı) Maraştaki rezalet, meclis damında çekilen halay, afrika gazetesine yapılan saldırı, pandemi, sokağa çıkma yasakları, faşizmin hortlaması, iklim krizi, ekonomik kriz, artan fiyatlar, Erdoğan diktası, sömürgeleştirilmiş, iradesi gasp edilmiş, yoksullaştırılmış ve mülksüzleştirilmiş yeni neslin yarım adasında yaşadığımızı birlikte düşünmekte yarar var.
Bunları akılda tutunca, tüm bu yıkımı yaşayan yurttaşlara kurtuluş için sunacağınız eylem “bir mühür” hatta “bir tik” diyerek aşabilmek mümkün olur mu?
Onlarca siyasi müdahalenin, demokratik bir seçim ve yönetişim sunma ihtimalinin gittikçe azaldığı bu coğrafyada, umut ederek yeni siyasi seçkinler yaratmak bizlere özgürlüğü getirir mi?
Bu iki soruyu bir arada ele aldığımızda, insan olmanın en temel ve belki de en evrensel arayışının özgür olmak ve yaratıcı becerilerimizi ve ifadelerimizi doğrudan ortaya koyabilmek olarak kabul ettiğimizde; toplumun sosyoekonomik sorunlarını aşacak mekanizmalardaki basit ihtiyaçları dahil, demokratik olarak belirlenmemiş odakların icazetini almadan gerçekleştiremeyecek olmamız artık iç kemiren bireysel bir umutsuzluk değildir.
Son derece toplumsaldır.
Hatta o kadar toplumsaldır ki, artık seçime katılma çağrısı ortak bir söylem, merkezi bir propaganda yöntemine dönüştü. Boykot ise özünde bir özgürlük arayışına…
Bu açıdan yaşanan bu kopuş sosyolojik bir gösterge haline gelirken, sadece şahsi arayıştan söz etmediğimiz aşikar.
Meselenin toplumsallığı kadar uluslararasılaştırılmasının imkanları bile tartışılıyor olması; esasen tepkinin yaratıcı bir hareket alanını temsil etmesi, umudun ve beklentinin öldüğü korkusuz bir özgürlük arayışı biçimi olarak ifadelendirildiğini de gözlemliyoruz.
Birşeyler ummadan ve umutsuzluktan korkmadan; siyasi bir eylem biçimi haline dönüşen sandığın sunduğu umut yanılsamasına karşı gelmek, özgürleştirici bir simge haline geldiği noktasını da ortaya seriyor.
Bir tarafta iradesizlik haliyle ganimet ile başlayıp üzerine bina edilen rant sisteminden pay koparmak isteyen sağ gelenek var.
Diğer tarafta ise, sağ geleneğe karşı ifadeden öteye gitmeyen bir umut söylemi ama daha derininde feodal zincirler, akıl tutulması ve ezberlenmiş yaşam biçimlerinin yerleşik düşünce kalıbı ile hareket etmeye dönük tercih barındıran; toplumsal karşılığının eriyor olmasına rağmen tanıdık kabul ettikleri zemini sığınılacak bir liman olarak görme çabasından ibaret olan ve efendisi zaman zaman değişse de beş asıra yayılan sömürgeleşme halini meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramadığı ortada olan ve bununla esaslı bir yüzleşmeden korkan, özgürlüğün gasp edilmesine karşı mağrur bir sol gelenek var.
Karşılıklı etkileşimlerinin yarattığı bu korku hapishanesinden özgürlüğe çıkan bir sokak olmadığı aşikar durumdan kurtulmak kendi kendini üreten bu umut aldatmacasından aklın ve kalbin özgürleşmesini gerekli kılmaz mı?
Peki kitleler buna hazır olduğunun sinyalini verirken, buna duyarsız kalarak umut söylemiyle statüko hapishanesinde kalmaya rıza göstermenin anlamı, sadece “UBP korkusunu” öne sürüp yarım adaya tutsak bir kitle yarattığı durumu bir çıkmaz sokak değilse nedir?
İlk kez okuduğumdan beri Kazancakis’in Zorba romanının ve mezar taşına dahi kazıdığı “Hiçbirşey ummuyorum, Hiçbirşeyden Korkmuyorum, Ben Özgürüm” şiarı bugün adanın kuzey kesimindeki politik iklime bakınca, bana her zamankinden daha anlamlı geliyor.
Hem kalbe hem akla hem de toplumsal bir karşılığa denk gelen bu durumun, seçimde bir alternatif, gerçekten özgürleşmeye dair bir arayışa dair manifestonun özünü oluşturduğunu kim inkar edebilir ki?