Her şey para değildir.
Sonda söylenmesi gerekeni başta söylemek gibi belki biraz ama evet her şey para değildir.
Ekonomimizin ‘büyük motor gücü’, anlı şanlı inşaat sektörümüz, geri getirsin bakalım şimdi kazandığı paralarla, sel sularının alıp götürdüğü 4 gencecik yaşamı.
Bu insanları ve telef olan hayvanları…
Tarumar olan yolları, evleri, arabaları…
Bağları, bahçeleri, ağılları…
Ağaçları…
Getirebiliyor musunuz?
Ya da her gün mantar gibi enine boyuna büyüyen çimento yığınlarından sağladıkları rantla, geri getirsin belediyelerimiz, son birkaç günde yitip giden her şeyi!
Dere yataklarının doldurulmasına, su yollarının kapatılmasına, dağların oyulmasına, plansız programsız inşa edilen yollara, doğal dengeyi koruyan bitki örtüsünün yok edilmesine göz yuman gelmiş geçmiş bütün hükümetlerimiz, getirin geri, yağmur sularına karışıp giden her şeyi!
Getirebiliyor musunuz?
***
Ne yaman bir tesadüftür, tam da imar planı ve emirname tartışmalarının yaşandığı günlere denk gelmesi bu felaketin.
Ne yaman…
Peki görüyor muyuz suçu ve suçluyu?
Ders oluyor mu bu yaşananlar bize?
Yoksa hâlâ 50 katlı bina hayalleri mi kuruyoruz arka odalarda?
***
Küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliği, ciddi bir tehdit olarak önümüzde duruyor.
Denizlerin ısınmasıyla eriyen buzulların yükselttiği sular, karbon monoksit ve sera gazlarının salınımının atmosferde yarattığı dengesizlikler, bütün bunlar aşırı sıcak hava dalgalarına yol açabileceği gibi, fırtınaları ve taşkınları da beraberinde getirecek.
Çok uzak zamanlardan bahsetmiyoruz üstelik.
Hal buyken, biz bırakın iklim değişikliği konusunda alınmaya çalışılan önlemlerden haberdar olmayı, bizi bekleyen tehlikeler karşısında önlem almaya çalışmayı, tam aksine doğayı hunharca yok etmeye, yani gelecekteki ‘global’ tehlikelere kendi ‘lokal’ tehlikelerimizi eklemeye devam ediyoruz.
Yaşadıklarımız, doğal afet değildir.
Yaşadıklarımız, doğrudan insan eliyle, göstere göstere getirilen bir felakettir.
***
Dere yatakları doldurulup üzerine arsalar açıldı, evler, apartmanlar dikildi.
Sel suları, akacak yol bulamayıp, önüne çıkanı vurup geçiyor.
Denize ulaşamayan suların toplanacağı göletler ve barajlar yok.
Dağlarımızda, erozyonu önleyecek hiçbir önlem yok.
Dağlardan gelen sellerin sürüklediği taşı toprağı tutacak bir bitki örtüsü olmadığı gibi, güçlü akımları önlemek için kullanılan setler de yok.
Bu çağda, hâlâ sağlıklı bir kanalizasyon altyapımız olmadığından, lağım suları sel sularına karışıp hastalık saçıyor.
Uzayıp gidiyor bu liste ve bunlarla ilgili önlem alınacağı yerde, lokomotif (!) sektörlerimizden addedilen inşaat sektörünün bekası için neler yapmalıyız, onun kavgası hüküm sürüyor memlekette.
Neymiş, Ruslar ve Almanlar, emlak piyasası ucuz olduğu için akın akın ülkemize geliyormuş!
Sel suları onların evlerini de koluna takıp götürdüğünde, kaç Rus, kaç Alman kalacak buralarda, tabii o da ayrı bir soru!
***
Bir yol haritası olarak 2015 yılında Bakanlar Kurulu’ndan geçen Ülkesel Fiziki Plan’da, yapılaşma konusunda çok önemli tespitler var.
Nezire Gürkan’ın, o dönem Türk Ajansı Kıbrıs için haberleştirdiği Ülkesel Fiziki Plan çalışmasında ortaya konan tespitlere göre, 2011 yılında yapılan son nüfus sayımında saptanan toplam 136 bin konutun %5’i, tamamen boş. Yaklaşık 15 bin civarında da yarım inşaat olduğu ifade ediliyor. Sonrasında geçen 7 senede, büyük değişiklikler olduğunu tahmin etmek zor değil. Hem nüfus artıyor ve ama hem de inşaatlar!
Bir an için fiziki planlamanın gerekliliğini bir yana bıraktık diyelim, peki bu yapılaşmanın dayandığı bir öngörü var mıdır?
Var mıdır bir ihtiyaç tespiti? Var mıdır bir projeksiyon?
O da yok!
Düstur çok basit aslında; ‘ne kadar inşaat, o kadar para’!
Sade müteahhitler ya da sektör bünyesinde faaliyet gösteren diğer iş kolları kazanmıyor üstelik bu inşaatlardan.
Yasa gereği inşaat projelerini onaylaması gereken makamlar için de bu çok büyük bir gelir kapısı.
Her proje için onay vizesi karşılığında astronomik harçlar ödeniyor bu kurumlara.
Ama örneğin belediyelerin, projelere verdiği vize karşılığında aldığı paranın, aslında bir amacı var; altyapı hizmeti sağlamak!
Peki hani nerede o altyapı?
Projeler için toplanan paralar, harcanması gereken yere yönelmiyor; başka maksatlar için kullanılıyor.
Hal böyle olunca da, son emirname tartışmalarında da şahit olduğumuz gibi, bu gelir kapısını kapayacak tüm girişimlere hararetle karşı çıkılıyor.
Ama hepsinden önemlisi, hükümetler, yıllardır süregelen bu çarpık sistemin bir son bulması için bir rol üstlenmiyor, yani aslında deyim yerindeyse, ‘balık baştan kokuyor’!
***
İmar planı hayata geçirilinceye kadar yürürlüğe konması planlanan Gazimağusa, Yeniboğaziçi ve İskele bölgelerini kapsayacak emirname ile ilgili çalışmalar, yaşadığımız sel felaketinin yarattığı acı hasar da göz önüne alınarak, kısa sürede tamamlanmalı.
Çünkü şu anda içinde bulunulan bu ‘ara’ dönem, bu ‘belirsizlik’ ortamı bir an önce sonlandırılmazsa, halihazırda başlayan ‘yangından mal kaçırma operasyonu’, kentlerimize daha da büyük zararlar verecek.
23 Kasım-27 Kasım tarihleri arasındaki 3 iş gününde, Mimarlar Odası vize bürosuna, ‘Gazimağusa, İskele ve Yeniboğaziçi emirnamesi öcelikli bakılma kapsamında’ 65 yeni dosya girişi olmuş. Bakın, sadece 3 günde, 65 dosya!
27 Kasım’dan bu yana ‘öncelikli’ onay kuyruğuna giren (yani mealen, emirname geçmeden onaylanması gereken) kaç proje daha var, bilmiyorum.
Süreç uzadıkça, durumun bir ‘talana’ dönüşme riski vardır ve siyasi irade bunu görmeli ve gereken adımları bir an önce atmalıdır.
Devletin öncelikli görevi, inşaat sekörünü korumak değildir.
Devlet imar planlamalarını yaparken, öncelikle gözetmesi gereken nokta, geleceğe yaşanabilir kentler bırakıp bırakmayacağıdır.
Ekonomik sürdürülebilirlik de elbette önemlidir ama ekonomik gelişme ve ekonomik sürdürülebilirlik, ekonomik alanda faaliyet gösteren sektörlerin ‘geleceğini’ güvence altına almak demek değildir.
Turizmi; sırf otellerin ekonomik varlık idamesi üzerinden planlamaya çalışmak ya da eğitimi; sırf üniversitelerin ekonomik varlık idamesi üzerinden planlamaya çalışmak nasıl sakat bir bakış açısıysa, şehir planlamalarını da sırf inşaat sektörü ve bu sektörden beslenen kurum ya da kesimlerin ekonomik varlıklarının sürdürülebilirliğine bağlamak da o denli sakat bir bakış açısıdır.
Her şey PARA değildir!
Özelde kentsel, genelde ülkesel çaptaki imar planlamaları, ‘ekonomik kaygı’ odaklı tartışmalardan arınmalı ve doğanın bize dün verdiği bu son ‘SOS’ sinyali artık net bir biçimde okunabilmelidir.