Bu yazı ilk olarak 7 Temmuz tarihinde Avrupa Gazetesi’nde yayınlandı.
Ekinler başaktaydı. Sapsarı tarlalar dağlardan çöllere kadar uzanıyor, dünya sarı kıvılcımlar içinde çalkalanıyordu.
Yaşar Kemal’in baba ve annesi Van Gölü kıyısındaki Ernis köyünde, Ernis iskelesinde yaşıyorlardı. Anasının güçlü bir belleği vardı. Babasının amcaoğluyla lades tutuşmuş, bu lades on dört yıl sürmüş, sonunda anası LADES demişti. Kürtçeyi bir destancıdan daha güzel konuşur, o bir masal, bir destan anlatırken herkesi lalü ebkem (şaşa kalmış) ağzına baktırırmış.
1915’in bahar ayları olacak. Rus ordusu Süphan dağının oradan top atıyor, güllenin biri köyün ortasında bir çukur açıyor, gölün içine düşüyor, gölden göğe doğru minare boyu sular fışkırıyordu. Bir top güllesi parçası geliyor, el ele tutuşmuş küçük Zübeyde ve Hazal’ın birbirine tutuşmuş ellerini koparıp götürmüştü. Bir anda köy toparlanmak zorunda kalmış, doğuya göç başlamıştı.
Bendimahi köprüsüne geliyorlar ki, ne görsünler, ortalık kıyamet günü. Köprünün önüne insanlar yığılmış, taşmış, insanlar birbirini kırıyor, yaralananlar, ölenler, kalabalıkta ezilenler, yorganlarını, döşeklerini suya atıp üstünden geçmeye çalışanlar vardı.
Arkalarında Rus ordusuyla Vana kadar gelmişlerdi. Anası ilk kez bir şehir görüyor, o da bomboştu. Şehrin içinden geçerken bir korkmuş, böyle ürkünç veren bir şey ömründe görmemiş, eşkıya amcası öldürülmüş, amcasının kanlı giyitleri hapishane avlusunun kapısındaki çırılçıplak bir ağaca asılıydı.
Göç devam ediyordu. Mardin’den aşağı çöle düşmüşler, anasının babası Aco ve babasının ortanca kardeşi Salih’i çölde kaybetmişler, ölülerini çölün kumlarına gömmüşlerdi.
Yaşar Kemal’in bir metre doksan boyunda babası kendi küçücük hasta anasını sırtına almış, Mezopotamya çölünü öyle geçmişlerdi. O da çölde ölmüş, çöl kumlarına gömülmüştü.
Her yerde asker ölüleri vardı. Herkes hırsızlık yapıyordu. O kadar çok köpek, o kadar çok çocuk kalmıştı ki ortalıkta, sanki bütün dünya çocuktan, köpekten ibarettir sanırsın.
Mezopotamya çölü, Güney Doğu, Doğu Anadolu savaşta, tehcirde, soykırımda öldürülmüş, sürülmüş, Ermenilerin, Kürtlerin, Türkmenlerin, Azerilerin, Yezidilerin, Nasturilerin, Asurilerin, Süryanilerin sürüleri yok olmuş köpekleri, babasız anasız kalmış çocuklarıyla dolup taşmıştı.
Aç, azgınlaşmış köpekler yüzlerce, binlerce sürüler halinde dolaşıyor, saldıracak hayvan, ceren, kurt, kuş arıyorlardı.
Çocuklar da sürüler haline gelmişti, aç sefil, çırılçıplak…
Sürüler halinde dolaşıyor, köylere kasabalara saldırıyor, yüzlerce çocuk, gözlerinin kestiği bir köye saldırıyor, bir yandan giriyorlar köyün, kasabanın, öbür yanından çıkıyorlar, köyde yiyecek adına hiçbir şey kalmıyordu. Çekirge sürüleri gibi…
Silahlı atlılar bir yerde bir çocuk görmesinler hemen öldürüveriyorlarmış. Silahlı atlılar, göçmenleri, Yezidileri, daha çok Yezidileri öldürüyormuş. Çölde bir tepe, Araplar çöldeki tepelere tel dikiyorlarmış. Çoluk çocuk, kadın erkek, kız delikanlı, yaşlı koca, koca karı tepeye doldurmuşlar yüzlerce insanı atlılar. Uçan atları varmış altlarında, parlayan kılıçları varmış ellerinde. Atlılar, ellerindeki uzun değneklerle yere halkalar çizip, bütün Yezidileri içine koymuşlardı. Yezidiler, yörelerine çizilmiş halkayı geçip dışarı çıkamazlar. Atlılar bunu adları gibi biliyordu. Yezidileri öldürmeye başladıklarında bir çığlık almış dünyayı, dünya sarsılmış, inmiş çıkmıştı.
Altı yüz çocuk gündüzden göz koydukları Bedevi çadırlarına saldıracaktı. Bedevilerin ceren tutan atları, azgın köpekleri, tabancaları, tüfekleri vardı. Bir de atıcılardı ki, uçan turnayı gözünden vurabilirlerdi. Çocuklar ne yapsın, açlıktan ölüyorlardı. Gecenin karanlığında saldırmışlardı. O kadar ustalaşmışlardı ki çocuklar, çadırların dibine varıncaya kadar köpekler ne onların kokusunu alabilmiş, ne de bir ses duyabilmişlerdi. Birden saldırmışlar, bir göz açıp kapayıncaya obada ne var ne yoksa alıp kaçmışlardı. Arkalarından tüfekler patlamış, çocuklar çöle dağılmış, gizliye yatmış, atlanan Bedeviler çocukların tekini bile bulamamıştı.
Taaa Besniye kadar çocuklar köyler kasabalar basmış, evler yurtlar talan etmişti.
Yaşar Kemal’in babası anasını sırtından indirdiği vakit bir çalının dibine sokulmuş, bir avuç kalmış, bir deri bir kemik bir çocuk. Çocuk ölü, ne ses, ne soluk… Anası: “Bir Müslüman ölüsü böyle dağda kalamaz, kurda kuşa, çakala köpeğe yem olamaz. Onu gömmeden, buradan bir yere gidemem”, demiş.
Babası ölü çocuğu kucaklamış ki, ölü babasının kucağında gözünü açmış. Çocuk atlılardan korktuğu için ölü taklidi yapıyormuş. Çocuğun her bir yeri çürümüş. Yaralarında kurt kaynıyormuş. Anası teker teker çocuğun kurtlarını ayıklamış, pınarın başına bir kazan kurmuş, su kaynatmış, çocuğu tepeden tırnağa yumuştu. Büyük anası otlardan, reçinelerden ilaçlar yapmış, çocuğun yaralarını o ilaçlarla sıvamışlardı. Çocuğun adının Yusuf olduğunu öğrenmişler. Yedirmişler içirmişler. Çocuk Yaşar Kemal’in babasına gülümsüyormuş. Evlatlık edinmişler.
Osmaniye’ye geldiklerinde Yusuf’u doktora götürmüşler. Doktor ilaçlar vermiş, “bu çocuk iyi olacak, çok güçlü bir yaratılışı var” demiş.
İşte o Yusuf, bir gün camii de kendisini ölümden kurtaran Yaşar Kemal’in babasını Yaşar Kemal’in gözlerinin önünde göğsünden hançerleyerek öldürmüştü.