Geçen hafta, BM kontrolündeki ara bölgede bulunan Dayanışma Evi‘nin çatısında, Theatro Antilogos prodüksiyonu olan ve yönetmenliğini Costas Silvestrou‘nun, başrol oyunculuğunu İzel Seylani ile George Kyriakou‘nun üstlendiği Godot’yu Beklerken‘in uyarlamasını izledim.
İrlanda’lı şair ve yazar Samuel Beckett’in 1949 yılında Fransızca olarak kaleme aldığı ve 1953 yılında Roger Bilin’in yönetmenliğini yaptığı En attendant Godot (Godot’yu Beklerken), absürt tiyatronun ilk başarılı örneklerinden birisi olarak tanınmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazi Faşizminin Paris’i işgal etmesi ile birlikte Fransız Direnişçilerine katılan Beckett, savaş sonrasında, yaşanan yıkımda anlam/anlamsızlık sorgulamasına odaklanmıştır. Dönemin önemli düşünce biçimlerinden olan, felsefe, edebiyat ve sanat dünyasını etkileyen Varoluşçuluk akımı, hayat ve var olmak gibi sorunsallarının dile getirildiği Paris entellektüel ortamlarında yoğun ilgi gören bu düşünceler, Beckett’in yazdıklarını derinden etkileyecektir.
Kendisini hiçbir zaman Varoluşçu olarak tanımlamayan Beckett; insan doğası, yaşam, savaş, kaybetme, sürgün gibi konuların, çok fazla bilgi aktarımının olduğu diğer tiyatro örneklerinin aksine, olabildiğince az kelimeler kullanarak, duraklamalar, tekrar ve spiral bir döngüyü anımsatan repliklerle insan deneyiminin trajikomikliğini absürt bir dille anlattığı nice oyunlar ve hikayeler yazar.
***
Godot’yu Beklerken, gün batımında yapraksız bir ağacın altına oturarak büyük bir çabayla çizmelerini çıkarmaya çalışan, kafasında melon şapka ve sırtında eski püskü kıyafetleriyle Estragon’a (Gogo), yine benzer şapka ve kıyafetler giyen Vlademir’in (Didi) katılıp, bulundukları yerden ayrılmamaları gerektiğini çünkü Godot isimli birisini bekledikleri bir konuşması ile başlayarak, sonuçsuz ve içinden çıkıl(a)maz bir girdaba dönüşen tartışmalar dizisi olarak devam ediyor.
Bu tartışmalarda, ne için bekledikleri, Godot’nun ne zaman geleceği, doğru ağacın altında olup olmadıkları, beklemekten usandıkları,kaçmak ve hatta kendilerini asarak intihar etmekten bahsedip hiçbirini yapmadıkları ancak Godot’yu beklemeye devam etmeleri gerektiği üzerine dönen çılgın tartışmalardan oluşan bu oyun, ”Didi ve Gogo ne yapmalı?” sorusuna cevap beklemeden, verilen cevabı ‘beklemek’ olarak ortaya koyuyor.
Oyunlarında konu, karakter ve lisanı yapısöküme uğratarak siyasi ve sosyal çıkmazların yarattığı acımasız umutsuzlukları, şifreli konuşmaları, duraksamaları, tekrarları ve döngüsel bir mantık/mantıksızlığı çerçevesinde seyreden konuşma ve davranışların kara mizahı ile buluşturan Samuel Beckett, kendisine Godot’yu Beklerken‘in ne hakkında olduğu sorulduğunda, ”2 perdede trajik bir komedi… Tek bildiğim, ana karakterlerin melon şapka giydiğidir” yanıtını verir.
İrlandalı edebiyat eleştirmeni Vivian Mercier‘in 18 Şubat 1956 tarihinde The Irish Times’da yayımlanan “The Uneventful Event” (Olaysız Olay) isimli makalesinde, Godot’yu Beklerken‘i “teorik bir imkansızlığa ulaşmış bir oyun olarak – hiçbir şeyin olmadığı, ancak izleyicileri koltuklarına yapışık tutan bir oyun. Dahası, ikinci perd,e birincisinin ince bir şekilde farklı bir tekrarı olduğu için, içinde bir oyun yazmıştır. hiçbir şey iki kere olmuyor.” olarak yorumluyor.
***
Daha önce İngilizcesini izlediğim 2 sahneli Waiting for Godot ‘nun, Kıbrıs’ın iki anadili olan Kıbrıs Türkçesi (Kıbrıslıca) ve Kıbrıs Elencesi (Kipriaka/Κυπριακά) ile iki dilde canlandırılması, oyunun evrenselliğine dem vurması yanı sıra, Kıbrıs’ın yakın geçmişinde yaşadığı savaş, ayrılık ve Kıbrıslıların, Kıbrıs sorunu hakkında ne yapması gerektiği sorusuna verilen ‘bekleme’ cevabı ile örtüşmesi, hem tanıdık hem yabancı bir umutsuzluğun muzipliğini sahneler niteliktedir.
Oyunun orijinalinden farklı olarak, kapalı bir mekan yerine, adeta zamanda dondurulmuş ve ‘no man’s land’ sayılan ara bölgedeki bir binanın çatısında, açık havada sergilenen bu oyuna, bölünerek birbirine ve kendisine yabancılaşan şehrin tarihi surlarının, şehrin her iki yanından gelen ezan ve çan, insan, müzik sesleri ile köpek havlamalarının eşlik etmesi, ilk başta yadırgansa da, oyuncuarın söz konusu ses ve gürültüleri inkar etme yerine, onları oyunun parçası haline getirmeleri sayesindei başarılı bir performansa dönüşüyor.
Oyunun lokal adaptasyonunda, orijinal oyunda yer alan diğer 3 karakter olan köle tüccarı Pozzo, şanslı köle Lucky ve Godot’nun habercisi olan çocuk yer almamakla birlikte, sahneye yerleştirilen ve oyun boyunca ana karakterlerin kulak kesildiği anons ve sesler olarak değiştirilerek, modern bir element olarak kullanılması, yönetmen Costas Silvestrou‘nun zekice düşünülmüş fonksiyonel pragmatizmini ortaya koymaktadır.
Radyo anonslarında, Kıbrıs’ın son 50 senelik siyasi çıkmazında, her iki toplumda liderlik yapan çeşitli siyasilerin değişik dönemlerde Kıbrıs sorununa dair yaptıkları açıklamalardan alınan fakat pek bir anlam ifade etmeyen kesitler, Ponzo ile siyasi liderler ve Kıbrıs ile şanslı köle Lucky’ye ince bir benzetme yaratırken, yine orijinal oyunda karakter olarak beliren ve Godot’nun bugün gelmeyeceğini ama yarın gelebileceği olasılığının anonsunu yapan elçi çocuk, lokal adaptasyonda, yine radyoda beliren ve ayni anonsun iki farklı toplumdan olan 2 çocuğun Kıbrıslıca ve Kipriaka/Κυπριακά yaptıkları anons ile değiştirilmesi dikkat çekicidir.
Bunların yanı sıra, orijinal metinde olmayan ancak lokal adaptasyonda, beklenen Godot ile Kıbrıs adasında özlemle beklenen barışın askıya alınışlarını, çocukları avutmak ve uyutmak için söylenen Dandini Dandini Dastana ninnisinin her iki aktör tarafından seslendirilmesi, gelmesi beklenen barışa dair özlem ile o özlemi boşa çıkaran her görüşme süreci ardından yapılan masalsı açıklamalara yapılan güçlü bir göndermedir.
Yine oyunun orijinalinde yer almayan, ancak bu uyarlamada baş aktörlerden İzel Seylani’nin hem Türk hem Yunan kültüründe yeri olan Karagöz ve Hacivat gölge oyunu performansı ve bunun, oyuna yeni bir kültürel öğe olarak eklenmesi, orijinal oyunun ikinci perdesinde, birincide yer alan spiral diyalogları parodiye daha yakın bir anlatım diline parallelik yaratması açısından özgün bir etki yaratmaktadır.
Genel anlamda söz konusu adaptasyona dair hem zihinsel hem duygusal anlamda derin bir ilişki geliştirirken, Covid-19 pandemi sürecinin getirdiği sıkıntı ve zorluklara rağmen başarı ile sergilenen bu oyuna dair sunabileceğim yegane eleştiri, elbette yine zaman ile ilişkili…
Muhtemelen oyunun prova edildiği kış aylarında, saat 7 karanlık iken, oyunun sahne aldığı Haziran ayında, gün batım saatindeki değişikliğin gözden kaçırılması, güçlü güneş ışığının hem İzel ve George’un repliklerinin, diğer lisandaki tercümelerinin duvardaki projektör yansıtmalarının okunamamasına neden olmakla birlikte, belki de planda olmayan fakat oyuncu ile izleyici arasında karşılıklı görünürlüğün yol açtığı bir etkileşime sebebiyet vermiştir ki bu illa ki olumsuz olarak görülmemelidir.
Geleneksel tiyatro anlayışında, oyuncu ile seyirci arasında olduğu farz edilen ve oyuncuların seyircileri yokmuş gibi sayarak, onlara hitap etmelerini engelleme amacı ile kullanılan dördüncü duvarı (the fourth wall) aşıp, Beckett’in orjinal oyununa kıyasen çok daha fazla göz teması, iletişim ve oyuna geç gelen seyircilere yönelik göndermeler gibi yöntemlerle ilişki kurması, belki de Kıbrıslıların sınırları aşarak kendilerini anlatma ihtiyacının bir dışavurumudur.
***
Hayatını absürt tiyatroya adayan Samuel Beckett, Dayanışma Evi’ndeki Godot’yu beklerken adaptasyonunu izlese, nasıl bir tepki vereceği bilinmese de, yakın tarihini şiddet, savaş, bölünmüşlük ve barışçıl bir geleceğe dair yaşanan beklenti ve umutların, Godot’yu bekler misali zamana hapsoluşu, gitmekle kalmak, beklemekle beklediğine ulaşmamak arasında kurduğu bağla, yapılması gerekenin, beklemenin ötesine geçilmesinin gerekliliğini hatırlatıyor.
Oyunu büyük bir zevkle izlerken, yer yer gülmem mi yoksa ağlamam mı gerektiğini bilemeyerek, kafamda oluşan şu soru ile kaldım, ‘absürtlüğün alasının yaşandığı bir mekanda sergilenen bir absürt tiyatro oyunu birbirlerini iptal etmez mi?’ oldu. ,
Beckett’in savaş sonrası kaleme aldığı ve geride kalan ikinci dünya savaşına, Fransız Direnişine ve İrlanda-İngiltere sorununa retrospektif olarak bakarak ilham aldığına inanılan Godot’yu Beklerken, Kıbrıs’taki çatışma ve savaşın üzerinden 50 sene gibi bir süre geçmesine rağmen, halen ateşkes koşullarında zamana hapsedilişi, Beckett’in yaşadığı dönemin kaygılarının bugün bu coğrafyada halen geçerli olduğunu ve Kıbrıslılar’ın, bu trajikomedi içerisinde ağlanacak hale güldüklerini gösteriyor.
Edebiyat ve sanatın, toplumların hem kendileri, hem birbiri ile tanışması için ayna görevi gördüğüne olan inançla, özelde Theatro Antilogos’un, genelde tüm sanat ve edebiyatla uğraşan üretken insanların, yaratıcılıklarını, özlemlerini, kaygılarını, sevinçlerini düşünce ve emeklerini ortaklaştırmasına devam etmelerinin gerekliliğine olan inancımı belirterek bu yazıya son veriyorum.