Babasını bir yaşından beri hiç görmemişti. Annesiyle onu terk etmişti. Hayal kırıklığına doğmuş bir çocuktu.
Başkalarının hayatına girip olabildiğince hayal kırıklığı yarata yarata on iki yaşına kadar gelmişti.
O Salı günü hava çok soğuktu.
21 Şubat 1984 günüydü. Ve yine ani bir hayal kırıklığı oluverdi.
Eve geldiğinde annesi onu borçlarına karşılık çalışması için başka bir adama vermek istiyordu. Adamı annesinden kıskanmıştı. Dışarıda bir pazar kamyoneti bekliyordu.
Babasının onu sevmediğine kanaat getirmişti ama annesi konusunda henüz emin değildi.
Annesi sadece kendisini düşünen bir bencildi. Bunu anlaması için daha kaç kez aynı bencilliği görmesi gerekiyordu ki sanki?
Soğuk ve karanlıkta korkmayacağı bir yerlere kadar koşturmaya başladı. Evleri çoğu şeyin uygun bir fiyata satıldığı dükkanlar serisinin arka sokaklarındaydı. Bütün esnaf ondan o da bütün esnaftan nefret ederdi ama, henüz insanın da bir fiyatı olduğunu yeni öğrenmişti.
Oralar şimdiye kadar hiçbir zaman tekin bir yer olmamıştı. Dükkanlar kapandıkça netameli sokaklarda yürümek kolay değildi. İnsanın içi hoplamadan yürümesi mümkün bile değildi. Karanlık sokaktaki insanlara yaklaştıkça sanki insan boyunda ıslak kurbağalara yaklaşıyormuş gibi olurdu. Onu kapmaya çalışan büyük kurbağalar.
Durmadan koşuyordu.
Babası onları terk ettiği için bu yaşına kadar hiç ağlamamıştı. Annesi onu para karşılığı satmak istediği için ağlamadı. Ruhu böyleydi.
Mümkün mertebe metanetli anlarda, berenarı üzüntülerin içinde dahi, hatta bir cenazede bile gülebilirdi. Bunu bir saygısızlık olarak görmüyordu.
Dedesinin cenazesinde ilk güldüğünde bile, herkes ona baktığında, annesi kaşlarını çattığında, gözünü çok uzaklarda bekleyen mavi kot gömlekli babasına çevirmiş.
Cenazedeki herkesin içinde bulunduğu ana gülesi gelmiş. Kıkırdamayı patlatmış, kahkahayla çatlatmaya ramak kala hocanın duayı sertleştirmesiyle dikkati dağılmıştı.
Sokaklarda koşarken yine dikkati dağılmıştı. Bir anda köşede durdu. Kafasını uzun sokağa çevirdi. Kepenkler kapalı, nefesinden duman çıkarken uzaklardaki kutulara eğilmiş insan boyunda kocaman ıslak bir kurbağa görmüştü.
Derin bir nefes aldı.
Ve bir gülme gelmişti ona.
Annesi tarafından kovulmuş kendisiyle bu kurbağanın, sarı sokak lambalarının azıcık aydınlattığı bu sokakta sadece ikisinin olması komik gelmişti ona.
Tam kahkahayı patlatacakken kurbağa yere bakan yüzünü ona çeviri verdi.
Limana doğru yürümeye başladı.
Arka kapağı aralıktı. Bir tır dorsesinin içine atladı. Elleri gres yağına bulanmıştı. Ellerini pantolonuna sildi. İçerisi koliler içindeki eşyalarla doluydu. Birisi taşınıyor gibiydi.
Ön taraftan sesleri duyuluyordu. Şöför eşyaları yükledikten sonra fiyatı yükseltmiş, benim paramı verin, istemiyorsanız indirin eşyalarınızı diyordu.
Naif bir aileydi. Şöförle tartışacaklarına ailenin kendi arasında tartışmasından belliydi.
Bir anda bir adam sıktı çenemden. Soğuk üzerimde elendi. Siyah takım elbiseli, kravatsız, beyaz gömlekli, siyah yelekli bir adamdı.
Beni susturdu. Korkunç bakışları olan bir adamdı.
Bana sus yaptı, dorsenin kapısında bir fener yandı. Adam yakama yapıştı, kızgın gözlerini burnuma taktı, yerde ses sekti, fener bana baktı. Şöför kim bu dedi.
Şöför aksaktı. Adam benimle gelecek dedi. Aksak adam yemin etmişçesine ödersin dedi.
Ödedi de.
Garipsedim.
Hemen birisine inanasım gelirdi. Hemen inandırırdım kendimi. Öteki türlü herkese şüpheli bakardım.
Kıkırdadım yine. Fener yüzümde söndü. Dorse sürgülendi. Uzaklar bizim için.
Ufak bir liman şehrinde uyandım. Başka bir dil konuşuluyordu. Ateşler içimde tutuştu. O an bir daha hiç konuşmamaya karar verdim. Ben onlara onlar da bana bir pislik gibi bakıyordu. Keşke çöpçü olsam da temizleseydim hepsini bu dünyadan.
Bir gün akşam dükkanları kapanınca insan boyunda ıslak kurbağaların ortaya çıktığı yerde kalıyordu.
Üzerinden üç gün geçince aksak şöför onu alıp dilini bilmediği limana götürüyor. Üç günde orada kalıyordu.
O yüzden haftanın dört günü konuşuyor diğer üç günü hiç konuşmuyordu.
Dilini bilmediği limanda dünyanın en iyi zeytinleri üretiliyordu. Limanda beş ayrı sınıftan insanlar vardı ve zeytin de ona göre ayrılırdı.
Birinci sınıfa üye insanlar olgunlaşmamış zeytinden elde edilen en yüksek değerli yağı kullanırdı.
İkinci sınıftakiler yeni renklenen zeytinlerden elde edilen yüksek kaliteli yağı yer.
Üçüncü sınıfa üye olanlar siyah ve zaten olgunlaşmış zeytinlerden elde edilen oldukça düşük kaliteli yağı kullanır.
Dördüncü sınıfın üyeleri sadece yerden hasat edilen zeytinlerden elde edilen vasat kalitede yağı yiyebilir.
Beşinci sınıftan insanlar zararlıların saldırdığı zeytinlerden elde edilen ve kısmen köleler tarafından tüketilmesi ve kısmen de diğer gıda dışı kullanımlar için amaçlanan çok düşük kaliteli yağı yemek zorundaydı.
Bir gün limanda askeri bir tören vardı. Ortası boş bırakılan limanın denize kıyı tarafında yapılıyordu tören. Yakından izlemeye gitmiştim. Bok vardı sanki. Bu kadar insan izlemeye gelmişti. Biz insanlar ne kadar dürtüsel varlıklarız diye düşünmüştü.
On sekiz yaşına gelmişti. Kadınların hayatına girip onların hayatında hayal kırıklığı yaşatma yaşım çoktan gelmiş, geçmişti bile.
Tören alanının kare çevresini askerler ve tören kıtası çevirmişti.
Bir at geldi. Bir subay atı. Boysan, kara bir at diyebiliriz.
Gösteri dışı bir durumdu fakat bazı askerler acaba bizim mi haberimiz yok program değişikliğinden diye düşündü.
Bazıları da acaba ilişmesek mi yüzbaşının atına diye düşünmüştü.
At, tören alanının ortasına geldi ve sıçtı. Bu defa kahkahayı çakıverdim tören alayına. Derhal aldılar beni.
Bu nasıl olur? İçinde bulunduğumuz durumu sadece ben mi komik bulmuştum? Espri anlayışım bu kadar kötü olamazdı. Sarhoştum işte. Turist barında içmiştim. Konuşmaya utandığım ve ve iyi dans ettiğim için kadınlar da beni lal bir dansçı zannederdi. Havalı olmaya gayret ede ede sonunda sarhoş olmuştum. Turist barıydı.
Bu demek ki, dünyanın ilk sarhoşu bendim. Askeri törene ilk sıçan atı da o boyca kara at sanki.
Onların dilinde kötü biri değilim diye bağırdım. Salakça ve korkakça bir cümleydi. Biliyorum. İlk kez o gün konuşmuştum dilini bilmediğim limanda.
O gün bugün haftanın yedi günü konuşuyorum.
Beni odaya kapattılar. Kızgınlardı. Bir o kadar da ciddiydiler. Bu onları biraz yumuşatıyordu.
İlk gün dorsede yanında geldiğim çatık kaşlı adam gelmişti beni kurtarmaya. Cemiyetin gittiği bir restoranda birinci sınıf garsonluk yapıyordu. İhtiyacı olduğunda çevireceği çok numara vardı. Haftanın üç günü cemiyet restoranının akşam yemeğimi yerdim. Herkes beni onun çocuğu zannederdi. Ben de çaktırmazdım. Zaten konuşmazdım. Konuşmadığım için de beni çekingen zannediyorlardı.
Oysa ben insan boyunda ıslak kurbağalarla geceleri sokak arasında geziyordum.
Birinci sınıf insanları avlamak istiyorduk. Şu generallerin, bakanların, akademisyen, sanatçı ve hakimlerin olduğu sınıf.
Bizim dükkânlara daha pek bir dördüncü sınıf insanları gelirdi. Hani şu işçi, çiftçi, memur, asker, polis ve komilerin olduğu sınıf.
Dükkanlardan çıkan dördüncü sınıf insanların içlerinden zengin poşetlilerini gözler, eve vardıklarında evi dikizler, birinci sınıftan biri çıkarsa eğer, kurbağanın onları yutması için onu bir türden gizle ağaçlara, çiçeklere hayran bırakır bahçeye çekerdik.
Sonra da kurbağa onu yutardı.
Kurbağanın benim yanımda otel salonlarını mekân bellemiş bir bakanı yutmuşluğu, iki general, beş akademisyen, üç avukat, yirmi memur, bir sanatçı yutmuşluğu bile vardı. Hepsini cadıladık anlayacağınız.
Kaşı çatık birinci sınıf garson generalden benim için özür dileyip beni kurtardı.
Restoran da bedava yiyen albayla, cemiyetin uçkurunu tutan birisinin hatırına yapmış polis bunu.
Kapı önüne çıkar çıkmaz generalle birlikte içinde bulunduğumuz duruma kıkırdadım.
Birinci sınıf garson yine kızgın gözlerini burnuma astı. Bir araba geçti.
Artık dilini konuştuğum bu limanda herkes memurdu. Yollarını bekledim ama bir kez olsun bir tane bile memur kadrosu gözükmedi uzaklarda benim için. Uzaklar yine benim içindi.
Kızgın bakışlı birinci sınıf garson bana garsonluğu anlatmaya başladı.
Kül tablası camdan olacak dedi. Kiri göstermezmiş. Sürekli değiştireceksin. Minimal olacak kül tablaları. En keyifli sigara öyle içilir dedi.
Rezervasyon doğru alınacak.
Cemiyetin kadınlarına iyi bakacaksın. Cemiyetin kadınlarına iyi bakarsan herkes memnun olur. Siparişi kadınlara soracaksın. İçkiyi kadınlara soracaksın. Kadınlara sorarsan satışlar artar çünkü cemiyette kadının verdiği siparişin erkek tarafından reddedilmesi yahut değiştirilmesi mümkün değil. Erkeklere sormuyoruz çünkü onlara sorarsak ya cimri oluyorlar ya saçmalıyorlar kadınları etkilemek için ya da değişikliğe açık değiller. İşte bütün bunlar sarışları düşürüyor. Her yaştan Cemiyet hayatının kadınlarına iyi bakarken önemli bir kurala dikkat etmek zorundasın. Cemiyetin genç kadınlar ve erkekler birbirileriyle tanışmak isterse ortamın meşrebine göre yardımcı olacaksın. Cemiyetin uçkurunu tutan adamla aran iyi olacak. Kapının önünde gazete satan aksak adamla, otoparkçılarla dışarıda da görüş. Cemiyetin gazetecileri en yakın arkadaşların olsun. Bir de ismini ezberleteceksin her zaman. Bunu yapmak için de örneğin ‘Haydar Gürman ben’ diyeceksin. Zamanla ezberleyeceklerdir. Herkesin ismini soy isimleriyle ezberleyeceksin. Yok ve Hayır kelimelerini kesinlikle kullanmak yok. Olmayan şeyi yaratacak, kendini herkes için çözümün merkezi haline getireceksin. Şöyle bilinecek; bir sorun mu var. O çözer. Bir istek mi var. O çözer. O her şeyi çözer diye bilinecek.
Deberasör bir boş toplayıcı değil de, bir malzeme stokçusu, bir temizlik, düzen erbabı gibi çalışmalı.
Tuzluğun altıyla tuvaletler temizse, bir de en son restoranı kaparken her yer tertemiz olacak gibi vaziyet alınırsa eğer, o restoran temizlik iyi demektir.
Bir hizmet erbabı değil bir ağırlamacısın. Cümle kâinat masada görünür olsa, akşamlar içkilense, geçse saatler, caddelere doğru çiçeklense dahi senin için birileri, yine de ağırlamacısın.
Sadece tek bir işin var. İyi ağırlayacaksın. Öyle iyi ağırlayacaksın ki, şimdiye kadar kimse onları öyle ağırlamamış gibi olmalı.
Sana ait olmayan fiyaskolardan uzak dur. Dumanla tütsünlense dahi camlar, nihayet yemekler yetişse bile, yüzünde tebessüm incilensin.
Sadece baktığını, gördüğünü, mimikleri, sesleri, hislerini, kokuları, ağızları takip edeceksin.
İkinci sınıf garsona bırak o yönetsin postayı.
Komilerin sadece ve sadece dokunuşlar yapmalı. Çorbanın limonu, yemeğin sosu, peçetenin devamını, tatlının kuveri gibi masadaki son zatları onlar vermeli ve ilk zatlar olan ilk boşları onlar almalı, aperitiflerin siparişini onlar almalı, sandalyeyi onlar almalı altlarından, masadaki bütün konuşmayı onlar duymalı. Sonradan istenen kahve kaşığını onlar almalı. Onlara postanın kedileri diyoruz.
Artık dilini konuştuğun bu limanda devlet daireleri ve sadece restoranlar, barlar vardı. Yakında restoranları da devlet dairesi pozisyonuna çekecekleri dedikodusu gittikçe yayılıyordu. Son sigortalılar da memur olacaktı. Beni memur yapmazlardı.
Üçüncü kez karşıma aniden hayal kırıklığına çıkmıştı. Limanda yaşayanlara, bu limana çok güvenmiştim. Salaktım. Yalnız olduğumu unutmamalıydım. Kimsem yoktu. Güçlü olmalıydım. Çünkü başka çarem yoktu.
Bu sefer gemiye açıktan bindim. O gün bu limandaki restoranların son günüydü. Hepsi devlet dairesi olmuştu. Arkama bile bakmadım. Gemidekilerle tanışacak olmanın, gidecek olmanın sevinci vardı içimde. Sevinçliydim.
Kıkırdamanın hemen öncesi bu. Sevinçliyken insanları hissetmeye geçersem eğer, ki köklerine kadar hissederim, işte o an kıkırdamaya başlıyordum. Ama onlara kanacağım zaman hissedemiyorum işte. Salak kafam. Eşek şansı işte.
Gemi büyük bir liman kentinde durdu. Cemiyetin en iyi restoranında işe başladım. İkinci sınıf garson olmuştum. Garsonluk bana göre bir iş değildi. Ellerimi sadece konuşurken kullanmayı seviyordum.
Planımı yapmıştım. Bütün birinci sınıf cemiyet insanlarını biliyordum, tanıyordum.
Aksak şöför ile anlaştım. Biz binene kadar kesinlikle bakmayacaktı. Yüklü ödemiştim. İnsan boyunda ıslak kurbağaları dorseye bindirdim.
Restorana gelen cemiyetin birinci sınıfından insanları bir bir yutmaya başladı kurbağalar.
Onlara yardım ediyordum. Gece çalışan bütün şirketleri bir bir satın almaya başlamıştım. Çöpçülerin çalıştığı şirketi aldım önce. Sonra bekçi şirketini almıştım. Sonra sabah şöförlerini aldım. Daha sonra bütün çorbacıları satın almıştım.
Sadece barları satın almıyordum.
Acil servisleri benim için özelleştirdiler ve ambulansların hepsini satın aldım.
İnsan boyunda kırk dört kurbağa daha getirmiştik.
Artık insan boyunda, ıslak kurbağalardan oluşan bir ekibi yönetiyordum.
Yönettiğim kurbağaların başında bir erkek kurbağa ve eşi de vardı.
Erkek kurbağa ata binmez, ne ata nede silahlı bir insana bakamaz, kırık olmayan bir yüzüğü taşıyamaz, giyisilerinde düğümlü bağ bulunduramaz, buğday ununa, mayalı hamura dokunamaz, keçinin, köpeğin, çiğ etin, baklanın, sarmasığın adını anamazdı; saçları ancak özgür bir insan tarafından, bronzdan yapılmış bir bıçakla kesilebilir ve tıpkı tırnağının parçaları gibi, kutsal bir ağacın dibine gömülürdü; ölülere dokunamaz, başı açık olarak dışarı çıkamazdı.
Eşi ise, bazı merdivenlerde ilk üç basamaktan yukarı çıkamaz, bazı bayramlarda saçlarını tarayamazdı; ayakkabılarının derisi doğal ölümle ölmüş bir hayvana değil fakat öldürülmüş yada kurban edilmiş bir hayvana ait olmak zorundaydı; gök gürültüsünü işitmek onu kirlenmiş yapar ve bir kefaret kurbanı sununcaya kadar kirli kaldığına inanırdı.
Kırk dört kurbağa ile muhteşem bir tertip ve birtakım gizlere, eylemce kusursuz bir şebekeye sahiptik.
Kurbağalar yutarken bekçiler çevredeki sokaklara göz kulak oluyordu.
Yuttukları bir general ise eğer, üzerindeki eşyaları ambulansla taşıyıp, çok uzaktaki çöpçülere teslim eder, bakanların kıyafetini şöförler, akademisyen ve sanatçıların kıyafetlerini çorbacılar çöpçülere taşırdı.
Hakimlerin kıyafeti de ambulansla taşınırdı çöpçülere.
Barlara dokunmazdık.
Tek bir amacımız vardı. Bir aile kurmak istiyorduk. Kocaman, büyük bir aile.
Anlasa anlasa benim halimden, ancak doğduğu yerden iş tutmaya başka memleketlere gitmiş, ama doğdukları yere kanı çeken kurbağalar anlarlardı.
O gün uyuya kalmıştım. Ortalık benim yokluğumda alt üst olmuştu. Çünkü bütün sistemi kendi üzerine kurmuştum.
Annemin beni borçlarına karşılık satmak istediği yere geri dönmek zorunda kalacaktım. Yine aynı dorsenin arkasında, yine aynı aksak şöför beni geldiğim limana geri götürecekti. Bu sefer yanımda kurbağalar da yoktu. Bir nevi göçer başarısızlığıydı.
Zamanla çalıştığım çöpçülerin çoğunu doğup on iki yaşına kadar büyüdüğüm ülkeye getirip, ülkenin en büyük çöp toplama şirketinin kurucusu oldum.