Kıbrıs’ta Akasyalar açarken, önce lapsanlar, azganlar gelir.
Önce daima onlar gelir.
Sonra Jakaranda ağaçları gelir.
İnce kahverengi bellerinden dallarına doğru, mavi mor küpeleriyle rüzgârda salına salına sürüklerlerken hafif kokularını, adeta şaşırırsınız.
Jakaranda nasıl olur da önce çiçek açıp onları döktükten sonra yapraklarını açardı, bir ağaç nasıl olur da önce çiçeklerini açar diyesiniz gelir.
Akşam sefası da hayret edilecek bir ağaçtır.
Bir ağaç nasıl olur da akşam saat dokuz gibi bir anda narin parfümüyle nasıl bir akşam refikası gibi bize eşlik eder diyesi gelir insanın.
Akrepler, yılanlar maviyi kırmızı gördükleri için Akdeniz’de evlerin kapıları ve pencereleri maviye boyanırdı.
Sinekleri, yaz böceklerini kaçırmak için pencerelere tepetaklak, demet demet kurutulmuş zufa otu asarlar, çöplerin kenarına taze zufa otu ekilirdi.
Hava sıcak olduğu için kimi evlerin dış duvarları kireçle beyaza boyanır, kimi evlerin duvarları kalın tutulur, kimi evlerin de duvarları sarı taşlarla örülürdü.
Kalın duvarlarla, taşlarla örülen duvarlar evleri soğuktan da korurdu.
Evleri sıcaktan, yağmurdan, çatı ağırlığından korumak için mertek çatılar yaparlardı.
Sivri uçlu kemerlerle duvarların ağırlığını alırlar, sivri kemerler aynı zamanda tavan boyunun uzamasına da yarardı.
Girne’deki Jakaranda ağaçlarına, Akıncı’nın belediye başkanlığı zamanında dikilen Hoi Poli’nin dibindeki bol gölgeli ağaçlara, halen daha eski haritalarımızdaki palmiyelerimize, hurmalara, eski Lefkoşa’daki ev bahçelerimize, selvilerimize, narenciye, limon, zeytin, harnup, incir ağaçlarımıza bakınca, akşam sefası ve yaseminin kokusunu duyunca, bu iklimde hangi ağaçları ekmemiz gerektiği belli değil mi?
Gotik mimariye, İngiliz verandalarına, Osmanlı evlerine, Grek evlerine, Ermeni evlerine, Maronit evlerine, Bektaşi evlerine, Venedik dönemine, taş oymacılığı, ahşap oymacılığına, bütün o tarihe bakınca, Kıbrıs’ta nasıl ve kaç katlı binalar yapılması gerektiğini, hangi ağaçlar ekilmesi gerektiğini, eski eserlere, turizmcilere, otelcilere, çevre dairesine, şehir planlama dairesine, orman müdürlüğüne sormaya ne gerek var?
Güneş ve rüzgâr bize binalarımızı nasıl konumlandırmamız gerektiğini söylemiyor mu?
Şöyle bir çevremize bakınca. Gören gözler bize nasıl yapmamız gerektiğini söylemiyor mu? Biz medeniyet ve gelişimi
Fakat endüstriyel turizmin hızı bütün eşsizliği ve benzersizliği yok eder.
Otelcilik ve turizm bir ticaretten çok bir yaşam tarzıdır.
Bir iş değildir turizm ve otelcilik. Ciddi bir iştir.
Oysa misafirin bir yemekte, masada iki buçuk saat oturması gerekir.
Örneğin açık büfe, her yerin uluslararası kahvecilerle, sadece fast-food ile, nargilecilerle dolması eşsizliği ve benzersizliği yok eden şeylerden sadece bir kaçıdır.
Çünkü turist veya misafir, tatile gelince tıpkı dünyanın diğer geri kalanı gibi sadece onları bulması Kıbrıs’ta bir şey yoktu demesinin de sebebidir.
Nesilden nesile aktarılan zihniyet meselesidir turizm ve otelcilik.
Paralı turist istenir sonra.
O da ancak eşsizlik ve benzersizlik ister.
En leziz hellimi yapacaksın, kendi biranı şarabını yapacaksın, portakalından reçel, kek yapacaksın, en lezzetli kültürel yemeği, en iyi zeytinyağını yapacaksın diye uzar gider liste.
Kıbrıs’ta Kırbıs’a özgü ne üretiliyorsa, eşsizlik ve benzersizliği o oluşturacak.
Turist ya da misafir o eşsiz ve benzersiz deneyimler için tatile gelir.
Lüks turizmin marketine bakınca, birinci sırada macera var. Safari ve heyecanlı sporlar. Bizde bu olmayacağına göre.
İkinci sırada da yiyecek ve içecekten gelen lezzet var.
Paralı turist istiyorsak demek ki ikinci sıradaki misafir ve turistleri hedef almak gerekiyor.
Ve eşsiz ve benzersiz olmak için seçimler yaparken kullanılacak sadece kolay bir soru var.
Seçtiğin ürün, yaptığın ürün, ürettiğin ürün ve hizmet, eşsiz, benzersiz ve sana özgü mü?
Girne Liman’nında ikiyüz yıllık iki tane sevişen ağacı var.
Asırlık zeytinler, harnuplar var.
Kimler geldi geçti son ikiyüz yılda.
Onlar halen daha oradalar.
İnsanlar turizm ve otelcilikte herhangi bir şeyi istedikleri zaman hemen değiştirebileceklerini zannederler.
Hepimiz yaşamak macerasının acemisiyiz.
Şu ana kadar olan her şeyin bir sebebi var. Ve yüz yıllar yılı oluşan bir tecrübenin deneyimiyle oluştu.
Bir şeyi değiştirmek, bir artı katmak için önce evrimin içinde olmak gerekir.
Geçen yüzyılda turizm ve otelcilikte önemli olan malzemeydi.
Altın musluktu, pahalı mermerdi, pahalı malzemeydi.
Oysa bu yüzyıldaki otelcilik ve turizm için önemli olan şey deneyim. Misafirin, turistin yaşadığı deneyimdir.
Eşsizlik ve benzersizlik için gerekli olan şey deneyimdir.
Artık tabağın ne olduğundan çok, sunum ayrı bir kenara, içindeki lezzet, yere bastığın malzemeden çok ayağının rahatlığı, sandalye, masanın ağacından çok oturma deneyimi önemli.
Ne üretirsen üret, sadece deneyim önemli.
Akdeniz’e en son Türkler geldi.
Türkler bütün Anadolu’nun Akdeniz’de olduğunu bilmediği gibi, sonradan uydurulan Ege Denizi’nin de aslında Akdeniz olduğunu da bilmezler.
Türkler Kıbrıs’a da çok geç geldi.
Bütün bu bilmemezlikler pek tabii ki bunlarla da sınırlı kalmaz.
Akdeniz’e sonradan gelmek bizim Akdeniz’i anlamamıza da izin vermiyor. Bize Akdeniz’i yadırgatıyor.
Siesta’da bu deneyimden ortaya çıktı.
Akdeniz’de verimli çalışmak, akşam saat dokuza kadar verimli çalışmak için öğlen iki saat dinlenmek gerekir.
Tarlalarda gece çalışılması da Akdeniz’i iyi anlamaktan kaynaklanır.
Türkler şehir satmayı bilmez.
Bunun da altında yabani iki sebep yatar.
Yapmak yerine fethetmeyi severler.
Katedrali yapmak yerine fethetmek için daha cazip bir geleneğe sahipler.
Bu da hayatın yegâne sorularından birisini insanın önüne koyuyor.
Yapmak mı daha kıymetlidir yoksa almak mı?
Yapmayı sevenlerin isimleri kendi ömürlerini aşar.
Fakat almayı sevenlerin isimleri ancak mezar taşlarında kalmıştır.
Bu aynı zamanda hayattan yararlanmak mı istiyoruz yoksa hak mı etmek istiyoruz ilişkisiyle de alakalıdır.
Şehir satmayı bilmemezliğin altında yatan diğer bir sebepse, Türklerin hayatının her anında havai bir yüzeysellik içermesidir.
Kalabalıklara havailik hoş gelir, çünkü kolaylarına gider bu durum.
Avrupa şehir satmayı egemenlikleri üzerine kurdukları kendi kimlikleriyle başardı.
Her türden egemenlik kötü şeydir ama,
Türklerin egemenliklerini önemsediklerini iddia etmelerine rağmen havai bir yüzeyselliği egemenliklerine tercih etmeleri de ilginçtir.
Çünkü, egemenlik biraz soğuk, suskun, serttir.
Egemenlik her zaman serttir. Şehir satmak sert iştir.
Şehir satmak için Avrupa’nın yaptığı diğer şeyse, rekabet yerine geliştirici işbirliğidir.
Şuna benzer.
Örneğin beş tarla yan yana gonca üretiyor. Bir tanesi çok iyi tohum kullanıyor. Diğerleri kötü tohum kullandığı için günün sonunda iyi tohum kullananın goncaları da kötü çıkıyor.
İyi tohum sahibi diğerlerine dönüyor ve ben size bedava iyi tohum vereyim diyor.
Rekabetçi işbirliği işte budur.
Şehir satmayı bilen bunu iyi yapar.
Sonra biz Sardunya adası değiliz.
Oraya günde 750 uçak iniyor. Bizeyse en yüksek sezonda, günde 95 uçak iniyor.
Ercan haricinde Larnaka bizden uzak bir konumda, bu da bizi olumsuz etkiler.
Lefkoşa’daki bütün geçiş kapılarını açmak gerekir çünkü kapılar sadece Lefkoşa’ya değil Girne’ye de yarar.
Altyapı, temiz enerji olmadığı için turiste ve misafire dolaylı olarak ödetilen elektriği söylemiyorum bile.
Girne – Lefkoşa arası toplu taşıma yok.
Fakat elbet birgün yolumuzu bulacağız. Eşsiz ve benzersiz olacağız. Otelcilik ve turizm, nesilden nesile bir zihniyet meselesidir.
Sadece restorasyon değil, yeni yapılar için de Turizm ve otelcilik aynı zamanda geri dönüşüm işidir.
Dayanamayıp yıkılan eski evler var.
Taşı kullanılabilir. Artık gittikçe oturmuş mertek tahtaları kullanılabilir. Kapısı, penceresi kullanılabilir, kemerleri bozulmamışsa kolaylıkla sökülüp başka evlere takılabilir.
Biz yaşam macerasının acemisiyiz. Sonra Eski eserlerden tutunda, bütün dairelerimizin turizm ve otelcilik alanındaki tüzükleri ve kanunları çok muğlak. Dokuya uygun gibi muğlak kelimeler var. Konu taş döşemesiyse, taşın cinsi bile yazmalı. Hizmetin şekli ve standartları çok net yazmalı.
Elbet birgün nesilden nesile aktarılan bir eşsizliği ve benzersizliği avuçlarımızla yakalayacağız.