Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulma gayretlerinin çıkmaza girdiği her dönemde tozlu raflardan çıkarılıp cilalanan anti tezler, adadaki siyasi sorunun neden federasyon çatısı altında çözümlenmesi gerektiğini bizlere hatırlatması adına, önemli bir tartışma zemini yaratıyor.
Esas olarak yönetim ve yetki/güç paylaşımı ekseninde oluşan federal yapıların, kurgulandıkları her coğrafyanın şahsına münhasır özelliklerine göre şekillendiğinden hareketle, Kıbrıs adası da kendi tarihsel gerçekleri ve de gerekçeleri nedeniyle, bu yönetim şeklini farklı bir boyutuyla da ele almak ihtiyacında olan bir coğrafya.
Ve bu yazının amacı da federasyonu bir sistem olarak değerlendirmek değil, Kıbrıslı Türkler özelinde, bir ‘varlık’ ihtiyacının karşılanması bağlamındaki önemine değinmek aslında.
On yıllardır duymaya alışageldiğimiz bir ‘varlığımızı devam ettirebilme’ yolu olarak karşımıza çıkan ve pek çok anlamda arileştiği oranda gücünü yükseltebilen bir devlet iddiası, bizim için doğru zemine oturan bir iddia mıdır?
Veya günümüz trendiyle ifade etmeye çalışacak olursam, içine gireceğimiz federal yapı gevşedikçe, bizim varlık saflarımızın sıkılaşacağı iddiası veya beklentisi, doğru bir iddia ve beklenti midir?
Meseleye ‘cephe’ mantığıyla baktığımız, varlık idamesini fiili mevcudiyet üzerinden okuduğumuz ve güvenliği olası militarist saldırı ihtimalleri ışığında anlamlandırdığımız takdirde, bu tez kimileri için doğru tez olabilir.
Ama gelin görün ki mesele, çok daha geniş boyutludur.
Ana eksenden uzaklaştıkça, yani federasyonun bağlarını gevşettikçe, bugün halihazırda varlığımızı diğer ve bana sorarsanız çok daha tehlikeli bir anlamda tehdit eden başka bir eksene doğru kayma riskimiz hayli fazladır.
Varlık , biz Kıbrıslı Türkler için, tek başına fiili mevcudiyetten mütevellit bir kavram olmanın çok daha ötesinde, bir tarih, bir kültür meselesidir, sahip olduğumuz ‘değerler’ dizgesidir. Dolayısıyla altında yaşadığımız siyasi şemsiye, bu değerlerin korunabilirliğini güvence altına aldığı oranda makbul ve kabul edilebilir olmalıdır.
Kıbrıslı Rumlarla ortaklaşacağımız bir federal yapı ‘gevşediği’ oranda, Türkiye ile halihazırda var olan ast-üst ilişkimiz fiilen devam etme zemini bulacağı gibi, hiç olmadığı kadar da ‘yasal’ bir düzleme oturacaktır.
Federal devletle kurulan bağlar gevşediği oranda, Türkiye hakim siyasetinin bizim üzerimizdeki doğrudan ve dolaylı etkileri, meşruiyet kazanarak sürecektir.
Çünkü artık düzen, De Facto olmaktan çıkıp, uluslararası toplumca tanınan, De Jure, yani hukuki bir düzene dönüşecektir.
Oysa bizim Türkiye ile var olan ilişki biçimimizin de çözümle birlikte normalleşmesi, önemli bir beklenti değil midir?
Kıbrıs’ın kuzeyinde var olan düzenin normalleşmesinin öncelikli koşulu da kuşkusuz, bu normalleşmenin önünü tıkayan her türlü bağımlılığın ortadan kaldırılmasıdır.
Biz ise şu anda, siyasetten tutun ekonomiye, eğitimden tutun demokratik özgürlüklerimize kadar, neredeyse hemen her konuda hem kendi özümüzü hem de kendi sözümüzü tamamen yitirme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Ve olası bir çözümün çerçeve ve sınırları, karşı karşıya bulunduğumuz bu tehlikenin gelecekteki çerçeve ve sınırlarının da belirleyeni olacaktır.
Mikro bir örnek verecek olursak, eğitimde şu anda ciddi anlamda bir islamlaşma sakıncasıyla yüz yüzeyiz. İlgili bakanlık, müfredatı dahi kendi özgür iradesiyle belirleyebilmek için kırk tane takla atmakta, kırk kapıdan ‘destur’ almak durumunda.
Siyaset; beş vakit Türkiye’ye tekmilde…
Ekonomi; sıkı sıkıya TC Yardım Heyeti’nin iplerinde…
Demokrasi; altı her gün biraz daha oyulmakta…
Adalet; terazinin kefeleri özgürlükler aleyhine okka basmaya başlamakta…
Peki merkezi güçlü bir federasyon dışındaki bir seçenek, bütün bunların düzelebileceğine ilişkin umut vadediyor mu?
***
40 yılı aşkın bir süredir yürütülen müzakerelerde bir türlü hedefe varılamayışının sorumluluğunu, hedefteki sisteme yükleme şeklinde bir tavır gelişiyor son dönemde. Ve güçlü bir federasyonun, ulaşılması imkansız bir amaç, bu rasyonel olmayan hedefte ısrar etmenin de anlamsız bir çaba ve zaman kaybı olduğu yönündeki savunular, farklı kesimlerce dillendirilmeye başlandı. Bütün bunlar, toplum tabanını bu fikre alıştırıp, üzerine ‘yeni’(!) ve daha ‘olası’(!) önerilerle, güçlü federasyon hedefini ve inancını güçsüzleştirme çabaları, bu açık.
Merkezi devletin yetkilerinin azaltıldığı, kurucu devletlerin yetkilerinin ise artırıldığı bu yeni yol, yukarıda bahsettiğim ‘arileşen devlet hülyası’ bağlamında, insanlara çok cazip gelebilir. Ama bu yol bizi zannedildiği gibi daha bir bağımsız, daha bir ‘kendi toprağının ve milletinin efendisi’ bir devlet yapısına değil, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs üzerindeki egemenliğinin hukuki meşruiyet kazandığı bir yere çıkarır.
Bu nedenle federasyon tezini günah keçisi yapıp, her şeye rağmen güçlü bir federasyon talebini sürdürenleri de irrasyonellikle suçlayanlar, oturup bir kez daha, ‘varlığın’ tanımını yapmak durumundadır.
Çünkü sahip olmakla ait olmak arasındaki çizgi, zannedildiği kadar kalın değildir.