29 Ağustos 1955 yılında “Doğu Akdeniz’in Geleceği” konusu ile ingiltere’de toplanan Londra Konferansı, Kıbrıs mevzusunda konunun artık Britanya’nın sorunu olmaktan çıkıp, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın dahil olduğu bölgesel bir sorun olarak ele alınmaya başladı.
Bu tarihe kadar, Kıbrıs konusunda diplomatik olarak söz söylemeyen Türkiye’nin aşamalı olarak çok daha etkin bir şekilde Kıbrıs üzerinde hak talep ettiği bir süreç başladı.
Bu süreç Mustafa Kemal’in Selanik’te doğduğu evin bombalanması haberiyle çöktü. Sonradan yakalanan bir Türk konsolosluk yetkilisi, bombayı olayları kışkırtmak için kurguladıklarını itiraf etti ancak Türk basını bunu görmezden gelerek bombanın Yunanlar tarafından atıldığını iddia etti.
6 Eylül 1955 tarihinde Türkiye’de Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin gayrimüslümleri hedef alan saldırıları ile sonuçsuz kalması, adanın ve kolonyalizmin geleceği açısından bir kördüğümün ortaya çıkması anlamındaydı.
Konuya tarihsel olarak baktığımızda 1 Nisan 1955 yılında başlayan EOKA saldırılarına hazırlıksız yakalanan Britanya’nın ve Türkiye’yi sürece dahil ettiği bu konferanstan sonra tarihle hala daha anlamlı bir şekilde yüzleşmediğimiz bir gerçektir.
6-7 Eylül saldırıları, Kıbrıs’ta yaşananların cezasını Anadolu’da yaşayan garimüslümlerin saldırıya uğrayarak büyük bir insanlık dramı ile sonuçlandı.
Kıbrıs konusunda ise o tarihten bugüne kadar sayısız konferans yapıldı. Adaya bağımsızlık verildi. İzleyen yıllarda toplumlararası çatışmalar körüklendi, askeri müdahaleler oldu, siyasi müdahaleler gerçekleşti ancak 1955 yılından bugüne geçen 66 yılda Kıbrıs toplumları hem kendileri için ortak bir gelecek, hem de sürece dahil ülkelerin önceliklerine uygun olan ve bölgenin istikrarına uygun bir denge bulamadı, buldurulmadı.
Kendi içindeki dengesizlik, Kıbrıs adasını dikenli tellerle böldü. Ortak bir iradeyi ve karşılıklı güvenin yaratılmaması neticesinde ise sadece sıradan insanların hayatlarından çalındı…
Filler tepişti, çimenler ezildi…
Geride ise sadece büyük bir utanç kaldı…