Bu yazı Yeni Düzen gazetesinde 18 Mayıs 2019 tarihinde Asım Akansoy’un “Nerede Kalmıştık?” başlıklı yazısına bir cevap niteliğindedir. Bu açıdan Akansoy’un mevcut duruma dönük eleştirisinin demokrasi ve siyasi hayatın şekillenmesi açısından değerli gördüğümü belirtmek isterim. Niyetim Akansoy’un samimi bir şekilde ortaya koyduğu zorluk ve çıkmaz koşullarına gerçek bir demokrasi yaratılması tahayülü içinde cevap verebilmektir.
Bu yazıda ulacağım sonucun, doğru ilişkilendirilebilmesi için öncelikle kafamdaki birkaç varsayımı ortaya koymakta yarar vardır.
- Asım Akansoy CTP milletvekilidir. Konuştuğu tabanda ağırlıklı olarak CTP seçmenidir. Ancak, yazının CTP’yi aşkın bir tarafı olduğu barizdir. Yazıyı kaleme alan kişi olarak ise son genel seçimlerde tavrım “boykot” yönündeydi. Eğer aşağıda kurguladığım senaryo veya benzeri bir toplumsal hareket mücadelesi olmadığı sürece siyasi partilerin, vatandaşların iradesinin gasp etmekten başka bir şey yapmayacağına inandığımı vurgulamak zorundayım.
- Akansoy’un siyasi meşruluğuna sahip olmadığım açık bir gerçektir. Ancak sıradan bir insan olmanın en güzel tarafı, bir siyasetçinin kurmak zorunda olduğu çıkar ilişkilerinin olmamasıdır. Bir örgütü temsil etmediğimden, hesap vereceğim bir organ yoktur. Bu yüzden de görüşlerime ince ayar vermek gibi bir mecburiyetim yoktur. Bu da Akansoy’un veya herhangi bir siyasi seçkinin verili koşullarda dile getirmesinin sorun yaratacağı konuları daha açık bir biçimde dile getirmem için bana olanak sağlamaktadır. Ana akım siyaset için “radikal” olarak hasıraltı edilme ihtimali olan belli başlı önerilerin temelde “sıradan” ve “samimi” olduğunu belirtmek isterim.
- Bu yazının kapsamı herhangi bir partiyi hedef almamaktadır. Tam tersine anlattıklarımın mecliste olan veya olmayan tüm partileri ilgilendirdiğine inanıyorum. Bir adım daha ileri gidersem bu yazının tüm partilere eş mesafede olduğuna inanmaktayım. Bunun sebebi de meclisteki tüm partilerin mevcut anlayışları ile statükoyu katmerlemeye yaradıklarının kaçınılmaz bir gerçek olması ile ilgilidir. Mevcut statükoya karşı olduğumu açıkça ortaya koyan bir birey olarak, partiler arası ayrımın anlamsız olduğuna inanıyorum. (Bu cümleye ama X parti daha kötü diyen biri için son maddeyi okumasını ve esaslı kaygılar olarak belirlediğim noktalara yönelik partiler arası resmi uygulama açısında bir farklılaşma olup olmadığını düşünmesini isterim.)
- Ekonominin sosyal ilişkilerde belirleyici role sahip olduğuna inanırım. Marksist ekonomik determinist bir yaklaşım barındıran bu anlayışın dışında yaklaşımlara sahip olanlar için burada çekince olabilir. Ancak, özellikle güncel koşullarda Türkiye kaynaklı ciddi bir ekonomik buhran yaşandığı açıktır. Buradaki söz konusu gelmesi muhtemel kaynak değildir. Esas olan ekonomik dengelerin bozulmasıdır. Göstergelere göre, ekonomik buhran önümüzdeki aylarda derinleşecek, muhtemelen yıl sonuna ulaşmadan da özellikle adanın kuzeyini nefes alınamayacak bir yere dönüştürecektir. Siyasi kutuplaşma artarken, elimizdeki bunu çözecek araçlar çok az olacaktır.
- Ekonomik krize doğru giderken hem çok alanda mücadele verilmesi gerekecek hem de partilerin çoğu zaman çıkar gruplarına hizmet dışında bir anlamı olmayan farklılaşmalarının ötesinde bir siyasi işbirliği mekanizması gereklidir. Herkesin kendi partisi / örgütü / birliği / derneği ile sınırlı, konfor alanları yaratması anlamsızlaşacaktır. Bu yüzden de, üye sayısı farketmeksizin tüm örgütlü yapılanmaların kendi gündemlerinin yanında; diğer yapılarla temel işbirliği yapacak alanları gündemine alması gerekmektedir. Evet hepimizin egoları, büyüklük yada doğrucu olma halleri önemlidir. Ancak temelde fikir ortaklığına dayalı bir program ihtiyacı vardır. Öncü ve geleceğe dönük bir siyasi program oluşturulmaz, bunun etrafında bir kenetlenme denemesi olmazsa kurtuluş mümkün olmayacaktır.
- Kıbrısta çözümün olmazsa olmaz olduğuna inanıyorum. Çözüm olana kadar hiçbirşey yapılmaması anlamında değil, çözüm olana kadar işimiz gücümüzün buna yönelik sosyal, siyasi ve ekonomik koşulları sağlamak olduğuna inanıyorum. Çözüm siyasetinin iki ortak gerektiğinin farkındayım. Ancak, müzakere masasındaki kilitli 6 başlığın pazarlığının ötesinde bir çalışma olmazsa olmazdır. Bu açıdan bir üst maddede belirtilen siyasi programın, Kıbrıslı Rum siyasi partilerin gündeminde de yer alması ve bu alanla istişarelerin de gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Tıpkı diğer uluslararası örgüt, yabancı ülke temsilcilikleri ile olması gerektiği gibi.
- Bir siyasi programın hem gündelik hayatımızdaki sorunları hem de adadaki siyasi sorunu hedef alacak nitelikte olması gerekmektedir. Bu açıdan oluşturulacak olan siyasi programın aşağıdaki noktalara değinilmesi kaçınılmazdır. 1) Türkiye ile oluşturulmuş askeri önceliklere dayalı koloni ilişkisi 2) demografik dönüşümün yarattığı huzursuzluk, asimilisyon baskısı ve bize özgü nüfus politikası eksikliği, 3) ekonomik ilişki ve anlayışlarımızın yapılandırılması, 4) kamu yönetiminin dönüştürülerek çalışabilir hale getirilmesi. Eğer bu dört noktada alternatif politikalar kurulmaz, ve bunlara yönelik açılımlar gerçekleştirilmezse hükümete talip olmanın mevcut statükoyu güçlendirmekten başka bir işe yaramayacağına inanıyorum.
Bu varsayımların ışığında Akansoy’un vurguladığı noktalara dönmekte ve sorunsallaştırdığı konularla varsayımlar arasında bir ilişki kuralım.
Yazının ilk bölümünde Akansoy, dörtlü koalisyon ile ilgili olarak “bu hükümetin dört partiden oluşması siyasi olgunluk, açıklık, yüksek siyasi tolerans, koordinasyon ile işbirliğini önemli kılıyordu” demişti. Statüko ile mücadele etmek isteyen, geniş bir koalisyon ortaklığı kurulacak olsaydı eğer bu seçim sürecine yansıması beklenirdi.
Hatırlayacaksınız “iki adamın kavgası” üzerine erken seçime gitmiştik. Bu sefer yine “iki adamın kavgası” nedeniyle dörtlü koalisyon bozuldu. Bu süreçlerde ne siyasi olarak farklı bir örgütlenme, ne seçim sürecine yönelik kurumsal anlamda farklı bir anlayışla karşılaştık. Çoğu parti seçim menfaatlerini son dakika danışman desteği ile hazırladı. Politik program üretemeyen siyasi partilerin, sosyal medya ve iletişim kampanyasına odaklı çalışmaları başarısızlık getirdi.
Politik bir dil oluşturulamadığı gibi, sol kesimin – başta da Tufan Erhürman’ın Özersay’ı “apolitik” olarak eleştirdiği “temiz toplum” dilini siyasetin dili haline gelmesini önleyemedi. O da lafta kaldı. Kahve içmeyenler, limonata içmeye başladı. Statüko ile mücadelenin Kıbrıs sorunun çözümü ile bağlantılı olduğunu bildiğimiz halde, bunu hükümet programına bile ekleyemeyen bir irade, doğal olarak siyasetin üst anlatısı yani büyük amacı olmadan başarısız olması kaçınılmazdı.
Bu noktada bir eleştiri de “boykot” eden ve kendimi de bulundurduğum alana yapmam gerekmektedir. Bu seçimde “boykot” oyları son derece büyük bir etkiye sahipti. İşin garibi yıllardır boykot eden Yeni Kıbrıs Partisi bile bu sefer boykota sahip çıkamamış, partililerinin TDP, karma oy ya da CTP lehine kullandığını gördük. Oysa ki, boykot eden örgütsüz insanların örgütlü bir mücadele alanına evrilmesi için bu noktada yapılması gereken, başka türlü bir iktidar alanının kurgulanma deneyimi olmalıydı. Maalesef bu yapılamadı. Tepkili ama örgütsüz olan kitleyi sahiplenmeye cesaret eden bir yapılanma olmadığı için muhalefet alanı gelişmedi. Siyasi partiler (özellikle de hükümetteki sol) bu kitle ile iletişim kurmaktan kaçındı. Politik programı yok sayıp, kamu yönetimine odaklanmayı tercih etti. Bir anda ülkedeki tüm siyasiler memur kadrolarına dönüştü. Aynı şekilde mecliste temsil edilen ve edilmeyen sol gruplar da ne kendi arasında etkin bir iletişim kanalına ne de partiler kendi arasında etkin bir iletişim alanına sahip olabildi.
Tek adamcı anlayışlar CTP, TDP, HP ve DP’nin kapalı toplantılarında pekişirken, koalisyon ortakları siyaseti toplumsallaştıramadı. Buna hiçbir engel yokken, bunu yapmamış olmaları aslında şahsi bir ihtiras olarak görülmemelidir. Buradaki esas mesele diyalog kanallarını hiçbir alanda kullanmıyor olmalarıdır. Diyalog özürlü liderliklerin varlığı toplumsal katmanları dahil edebilecek süreçlerin önündeki en büyük engeldir. Daha kötü örneği için Cumhurbaşkanlığı makamına ve müzakere süreçlerinin yönetimine de bakabilirsiniz.
Farklı siyasi partilerden, siyasi pozisyonlara atanan birçok arkadaşımızın tümü aynı söylemde buluştular. Bunlar “memurlara iş yaptırmak zor”, “her gelen bize neyin yapılamayacağını anlatıyor”, “vatandaşın taleplerini yapmaktan başka bir iş yapmaya vakit yok” ve benzeri şeklindeydi.
Çoğunlukla bu sohbetlerde, bunlara karşı ne yapmak istediklerini bile konuşma olanağına sahip olamadık. Gündelik taleplerin karşısında, siyasi atananlar partililerin iş takibini yapmaktan başka bir görev alamadıkları barizdi. Bir sonraki seçimi kazanmak derdi ile vatandaşın öfkesine teslim olmak arasındaki bölgede bocalayan kadrolar, partisi farketmeksizin enerjilerini boşa harcadıklarına birebir şahit oldum. Doğrusu kısa ömürlü olacağını bildiğiniz bir sürede birileri iktidara geldiyse, temelden çözümler sunmasını da beklemek saflık da olurdu. Eğer iktidara 1 buçuk yıllığına geliyorsanız, bir sonraki seçimden başka neyi düşünebilirsiniz ki ?
Peki bunun olacağı bilindiği halde, koalisyon görüşmelerinde ne konuşuldu ?
Daha da önemlisi UBP ile koalisyon görüşmesine oturan HP geçmiş hükümet tecrübesinden dolayı yine aynı şeyleri yaşayacaksa farklı bir şey konuşmuyorsa, gerçekten statüko ile mücadele edeceğine inanmak neye yarar?
Bu açıdan HP’nin yekpare bir fikre sahip olmadığını düşünüyorum. O yüzden belki de bu konunun hükümet kurma niyetindeki HP kadrolarına da sormak önemlidir. Bu yazı kaleme alınırken UBP – HP arasında gerginlik olduğu öğrenildi. Sebebini araştırınca konunun “belli dairelerin kime ait olacağı ile ilgili olduğu” bilgisi gazetelerde yazıyor.
Şaşırtıcı mı ? Tabi ki hayır!
Politik program olmadan daha fazlasını beklemezdim.
Partilerin yazının başında bahsettiğim dört noktaya yönelik, verili koşullara özgü bir siyasi program üretmemiş olmaları, bu programı muhalefetteyken üretemeyecekleri anlamına gelmemektedir.
Eğer esaslı konulara yönelik siyasi bir program, bunun örgütlenme ve ortaklaşma biçimlerini kapsayan bir projeyi hayata geçirmeleri doğal olarak sokaktan iktidara gelebilecek bir durum yaratabilir. Üstelik bu sefer siyasi olgunluğu olan geniş bir koalisyon sürecini de kurulabilir.
Ancak bunun için esaslı dört konuya yönelik açık ve şeffaf pozisyon belirlenmesi gerekir. Hiçbir siyasi pozisyon belirlemeden, iktidarda olmanın sadece gücü sevmek anlamına geldiği durumu “siyasi sorumluluk” diyerek geçiştiremezsiniz.
Muhalefet partilerinin kordinasyonu güçlü, kapsayıcı ve çözüm odaklı bir vizyonla yukarıdaki konulara yönelik görüşler yaratarak siyasi bir program oluşturması gerekmektedir.
Geniş bir tabana yayılan kurumsal bir çalışma ile seçim sonucunun ötesinde hareket etme sorumluluğu gerçek bir demokratik süreç olacaktır.
Ancak bunun için en küçüğünden en büyüğüne tüm siyasi parti, örgüt ve katılımcı derneklerin siyasi olgunluk içinde hareket etmesi ile başarabilir. Karşılıklı eleştirileri hazmederek, şahsı çıkarların ötesinde ortak iyi için mücadele ile bu gerçekleşebilir
Bunu yapabilmek için koşullar olgunlaştı mı ? Gerçekten bunu istiyor muyuz? Esas soru budur.
Kim bilir belki bu olgunluğu yaşayabilmemiz için herkesin tehdit olarak algıladığı meselenin artık bir olasılık değil gerçek olduğunu görmesi ile mümkündür.
Başka bir değişe YDP’nin koalisyon ortağı olduğu koşulları yaşamamız gerekmektedir.
Mevcut koşullarda siyasi partiler bunun zeminini yaratabilir.
Dönüştürücü siyaset için bıçak kemiğe dayanmamalı, dokunmalıdır.
O zaman dönüştürücü siyaseti, onun yönetişim teknolojileri ve biçimlerini konuşabiliriz.
Bunları konuşmadığımız sürece, herkes statükonun içinde kendine uygun alan seçsin. Ancak boş hayalleri de konuşmayalım. Çünkü, şahsen ben kendi adıma boş hayalleri konuşmaktan çok sıkıldım.