Bilgi’nin hep yukarıya doğru bir ivmeyle çoğalması, bilgi ile çok yakın bir ilişki içinde bulunan insanın, hayatı kavrayışına, sorgulayışına ve çıkarımlar yapmasına etki ediyor. Bilgi her geçen gün çoğalıyor ve şimdi, şu anda üretilen bilgi, geçmişe de, geleceğe dair de olabiliyor. Bir anlam varlığı olan insan, bu bilgiler aracılığıyla olayları değerlendirebiliyor, ideoloji, fikir sahibi olabiliyor. Bitmek bilmez bir çabayla varlığını anlamlandırmaya çalışan insan, bilgi aracılığı ile kendini inşa ediyor. Nasıl bir insan olduğumuz, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, ne yiyip ne içtiğimiz, fikirlerimiz, ne bildiğimizle, ne kadar bildiğimizle yakından ilintili. Bilgi, yanlışı da doğruyu da içinde barındıran bir kavram ve maalesef doğruluk garantisi yok. Peki ya üzerine düşünce hatta davranış geliştirdiğimiz, bilgi doğru değilse… Böyle bir durumda yanlış bilgi ile geliştirilen düşüncenin ya da davranışın da doğru olmayabileceği ihtimali söz konusu. Örnekse, birden fazla şüphelisi olan bir cinayetin görgü tanığı, katil diye yanlış kişiyi teşhis ederse, yanlış kişi hapse girebilir.
Kendi kişisel tarihimiz haricinde, geçmişe dair bilgiye, bir anlatıcı aracılığıyla ulaşılıyor. İnsan, kendi kişiliğini inşa ederken, geçmişe dair bilgileri, tarihi de kullanıyor ve bir anlatıcı vasıtasıyla ulaştığı bilgiler eşliğinde fikirler geliştiriyor. Ben sağcıyım, iki devletli konfederasyonu savunuyorum diyor örneğin. Bu ideolojik konumlanış bir yaşam pratiğini de beraberinde getiriyor. Doğru vasıtasıyla konumlanılmamışsa, yaşam pratiğinin de yanlışlarla dolu olması kaçınılmaz. Geçmişe dair bilgi, anlatıcının, o döneme ait olduğu iddia edilen belgelerle, bölük pörçük malumatla ve kendi bakış açısıyla, ideolojisiyle yorumladığı bir kurgu.
Ulus devletin ortaya çıkışıyla birlikte ihtiyaç duyulan tarih inşası, o ülkeye ya da o ülkenin konjonktürüne göre zaman içinde şekillenebiliyor, kurgu tamamen değişebiliyor. Kıbrıs’ın kuzeyinde, sol iktidar döneminde, Annan Planı ve federasyon ciddi ciddi konuşulmaya başladığında, resmi tarih anlatısı, kurgusu da değişmişti, biliyoruz. Bu değişimle müfredattaki tarih kitapları milliyetlere kahpe, kalleş gibi nefret söylemi içeren ögelerden arındırılmış olsa da nihayetinde olaylara kuzey perspektifinden bakarak bir hikaye anlatıyor. Güney’de de durum aynı, sadece perspektif farklı, anlatıcının bakış açısı farklı, öteki etnisiteye atfedilen olumsuz özellik (barbarlık) farklı. Halbuki yaşananlar aynı. Federasyon ete kemiğe büründüğünde, o devletin de tarihi olacak, tarih yeniden yazılacak, yeni bir kurguyla. Şimdikinden evla olacağını da teslim etmek gerekir ki bu da gayet öznel bir saptamadır zira resmi ideoloji dışında kalan, doğası gereği deneye kapalı tarih anlatılarının dahi anlatıcı kurgusundan yahut o anlatıcının dünyayı kavrayışından bağımsız olamayacağı muhakkak. Dolayısıyla geçmişi bütün çıplaklığı ile bilmenin, geçmişe dair yalın bilgi sahibi olmanın koşulu yok. Günce tutarken, kendi geçmişimizi, hatta çok yakın tarihi, dünü yazarken dahi aktarılanlar, bütün değildir, yazanın seçtiklerinden ve kurgusundan ibarettir. Bu bağlamda tarihe referans vererek ve bir kurguyla ideolojik pozisyon belirlemenin sağlam bir tarafı olamayacağı söylenebilir nitekim geçmiş varsayımdan ibarettir. Geçmişte aslında ne olduğunu, neden olduğunu tarih dolayımıyla gerçek haliyle bilemeyeceğimize göre, geçmişi anlamak, ders çıkarmak ve yarını bugünden kurmak için felsefe imdada yetişebilir. Güneyliler onu yaptı Kuzeyliler bunu yaptı, ‘aslında doğrusu şu, hayır bu’ yerine, milliyet kıyafetlerimizi portmantoya asarak nasıl bir arada yaşayacağımız üzerine kafa patlatmak, bir kurguya sevdalanıp kendini etiketlemekten daha sonuç verici, üstelik ayrıştırıcı değil birleştirici.