Bu makale ilk kez 24 Aralık’ta Ahmet Güneyli’nin kişisel sosyal medya hesabından yayımlanmış, yazarın izniyle siz değerli okuyucularımızın bilgisine getirilmiştir.
2004’te Kıbrıs’ta sınırlar açıldığında annemin ve babamın doğup büyüdüğü Baf’ı görmeyi çok istemiştim. 25 yaşına gelinceye kadar onların yıllarca anlattıkları ve yaşadıkları yerleri, evlerini merak edip durdum. Sanırım sınırı geçememek ve oraya gidememek daha da gizemli yapıyordu anlattıklarını. Sınırların açıldığı yıl, Ankara’da doktora eğitimine devam ediyordum, televizyonda Lefkoşa’da Ledra Palace sınır kapısındaki insan kalabalığını görmek, hani hep derler ya, tam da “tarif edilemeyen bir duygu”ydu benim için. Hemen gelemedim Kıbrıs’a. 5-6 ay geçmişti sanırım.
İlk kez Baf’a gitmemi sağlayan Kıbrıslı Rumlar oldu. Şu an kaldığımız mahallemizdeki komşular, yani Lefgonuklu Kıbrıslı Rumlar, sınırlar açılınca kısa zamanda annem babamla arkadaş hatta ahbap oldu. Kıbrıs’a gelince güneye geçmek istediğimi duydular ve kendi arabalarıyla bizi Pile’den alıp Baf’a götürdüler. O gün anladım, aynı dili konuşan ve toplumdan olan insanların yakınlığı kadar, dilleri, dinleri ya da milletleri farklı olan ama aynı şeyi yaşamış olan insanların ne kadar yakınlaşabileceğini. Tıpkı annem ve babam gibi Androulla ve Lambros da 1974’te Kıbrıs’ın bir yerinden başka bir yerine göç etmişti. Bugün üniversitede gençlere öğretmek için yırtındığım empati, hepsinin gözlerinden okunuyordu ve hareketlerine sinmişti.
O gün, ilk durağımız Limasol oldu. Şu an annemin babamın kaldığı evin eski sahiplerine (Androulla ve Lambros’un Lefgonuk’ta dip dibe yaşadıkları eski komşularına) misafir olduk. Yazdı, dışarı oturduk. Çok güzel bir kahvaltı hazırladılar bize, orada yediğim incirlerin tadını halen unutmadım. Biz otururken yaşlı iki Kıbrıslı Rum geldi. Komşuymuşlar… Bir an, kim kimin komşusuydu epey karıştı. Hepsi de Kıbrıslıydı işte! O iki kadından biri “Hani” dedi. “Kimlerdir Kıbrıslı Türkler?” Annemin babamın Rumcası iyidir, ilk bakışta anlamadılar kim nedir diye. Sonra 1974’ü anlatmaya başladılar. Ağlayarak, hem de iç çekerek Limasol’daki Türk komşularının nasıl da arkalarına bakarak, onlara el sallayarak gözlerinin önünden göç edip gittiğini anlattılar. Ardından da defalarca sordular bize, isimlerini söylediler, nerededir komşuları tanır mıyız, bilir miyiz diye. Meğer izlerini kaybetmişler, hiç haber almamışlar onlardan. Hayır tanımayız dedik ne yazık ki… Ve yine o gün anladım ki, bize öğretilen ve ötekileştirilen, şeytanlaştırılan Kıbrıslı Rumların tümünün aynı olmadığını. Kıbrıs’ta Rumlar ve Türklerin arkadaş, sırdaş ve dost olabileceğini…
Sonra Baf’a gittik. Orada yaşadıklarım başka bir yazıya kalsın… Esas varmak istediğim nokta şu aslında. Sınırların açılması, Kıbrıs’ta iki tarafın onayı ve rızasıyla gerçekleşmişti…
2004’ten bugüne aradan 16 yıl geçti. Bu kez Maraş açıldı… İki tarafın onayı ve rızası olmadan! Geçtiğimiz günlerde Mağusa’daydım. Palm Beach bölgesinde bir kafede arkadaşımla görüşecektim. Arabayla Kolej’in önünden geçtim. Maraş’ın açıldığını ve sınırın da çocukluk ve gençlik yıllarımın geçtiği okulumun/kolejin hemen karşısında olduğunu gördüm. Orada okuduğum yıllar boyunca arkadaşlarla sıklıkla sınıra gider, Maraş’ta, karşı tarafta nelerin olduğunu konuşur dururduk. Bir defasında tellerin öte tarafında sınıra çok yakın baraka gibi bir yere, sopa uzatarak bir dergi çekip aldığımızı hatırlarım. Ne kadar heyecanlanmış, korkmuştuk. Bize ait olmayan bir şeyi almış, ölü şehrin yanında olup da ilk kez yaşanmışlıklara tanık olmuştuk… Arabayla geçerken düşündüm. Maraş, 2004’te olduğu gibi iki tarafın rızası ve onayıyla açılmadı. Kıbrıs tarihinde çatışmaların ve sorunların temeli de bu değil midir zaten? Kıbrıs’ın halklarından çok başkalarının istekleri ve dayatmaları değil midir çatışmaların esas nedeni. Durdum, düşündüm ve karar verdim. Bu şekilde geçmek, görmek istemiyorum orayı…