İnsan kendini denetledikçe müdahale etme isteğini dizginlediği de oluyor. Hatta bu her şeyin ve insanların doğasında bir türden eylemsizliğe geçiş gibi de görülebilir.
Fakat insan dünün tutsağı olmadığı gibi şimdi düşlediğinin yarını var eden şey olduğunu içten içe bilir de kendisine söyleyemez işte.
Geceleri insanın elinden alamazlar. Kuşları, kelimeleri, yalnızken bile meşgul insanlardan coşkuyu alamazlar. Bir köşede unutulduğunu düşünse dahi insan, aslında bunun ilgisizlikten kaynaklandığı düşünülür ve insan kendine bir türden nazar gibi aşağılanma atfeder ne yazık ki, bir türden delilik gibidir.
Oysa insan kendisini tek bir insana anlaşılır kıldığı müddetçe henüz delirmemiştir. Ve herkesin en az bir kişisi vardır kendisini bir an olsun anlayan.
Ve her ne kadar bu kişiler değişse de, en şiddetli ve en etkileyici dramlar tiyatro sahnesinde değil, bu dünyadan sessizce gelip geçen ve sinir bozuklukları dışında içlerinde kopan çatışma fırtınalarını dışa vuramayan sıradan erkek ve kadınların kalplerinde oynanır.
Normal insan ilk başta son derece bencil ve iflah olmaz, ikincil olarak da ilkeldir. Onlar aramızdadır. Onları her gün sokakta görebilirsiniz. İşte bütün bunların insanlara karanlıkta kalmış gibi hissettirdiği de olur.
Çünkü kompleks denen ele avuca sığmaz bir hayvanla yaşıyor gibi hissedildiği de olur.
Bütün bunlara karşın tek bir cevap ararsa insan, bütün bunlara karşın doğa öylece üretir; bize asla yasalarını anlatmaz.
Bunları keşfeden, soyutlanmalar ve sınıflandırmalar yapan insan aklıdır.
Ve bütün dara düşen kalplerin zihninde bu dürtü yatar.
İçine çekildikleri bu dürtüden karşındakini veya kendini kınama yoluyla çıkıldığı anlatılır. Oysa bu zarar görmüş kendine bir karantina hattı inşaa etmekten başka bir işe yaramaz. İnsana kendisini kefareti olmayacak derecede suçlu ve rezil hissetme istenciyle yüklenmesinden başka bir işe yaramaz.
İşlemediği suça denk düşen bir cezaya çarptırılmış gibi, başkalarının sabit fikirlerinin labirentinde tıkalı kalmış misali, sevgi ve coşku çığlığının içindeki cılız sesine kulak vererek, kim yanında kim değil, iyi bilir insan.
Ve çok basit bir kuralı takip eder.
Karanlıkta kaybolduğunda ışığı ara.
Doğruyu söylemek gerekirse. Dibinizde ve insanlarla her türden kurduğunuz ilişkinin, özellikle de aşkın ilişkilerinizin içindeki cehaletin ve kibrin bilgelikten güçlü olması şaşırtıcıdır.
Fakat insanın özellikle aşk ve bütün ilişkilerinde yaşadığı her engel yol üzerinde tıpkı aradığı türden bir yardımcıya dönüşerek yolunu kolaylaştırır.
Sonra öyle bir noktaya gelir ki insan, çektiği acıların çoğunu kendi yarattığının farkına varır.
Bir şeylere direnerek yaratmıştır bunu.
Var olan bir durumdan değildir.
Bir düşünceden veya bir yorumdan gelir bu acı.
Ben mutsuzum düşüncesine inanırsa insan. Bu çok mutsuz bir düşüncedir. Ben mutsuzum çok mutsuz bir düşüncedir, virüs bir düşüncedir. Buna inandığımızda ne kadar da çabuk içimize işler.
Oysa o sadece bir düşüncedir. Her şey gibi sadece bir düşünce.
Ona inandığımızda bir şekilde ona odaklanmış oluruz. Ve bunu tekrar ederiz. Ve tekrar ettikçe daha da ağırlaşır, etkisi artar.
Ne gariptir ki bunların tümü insanın kendi gücünden türemektedir, çünkü merkez aslında insanın kendisidir.
Kaynağın ta kendisi insanın kendisidir.
Sonsuza kadar yaşıyor olsaydı insan, sabahları yataktan kalkmazdı. Çünkü her zaman yarın olacaktır.
Fakat bilinmeyeni severekte ilerler insan birazcık da. Çünkü aşkı çağırırsa insan ya kimse gelmez ya da yanlış kişi gelir.
Oysa yaşamak ve sevmek birbirinden ayrı olgular değildir, bir bütündür. Kendimizi yaşayabildiğimiz ve beraberliklerimize bir şeyler katabildiğimiz her yerde sevgi vardır. Sevgi, beraberliğe yaşam katabilmeyi ve canlılığını artırabilmeyi içerir.