Şu son birkaç haftada Fransa’da olan bitenlere bakalım. Buna isyan diyebilir miyiz? Elbette sorunun yanıtı isyanla ne demek istediğimize göre değişir fakat kavrayışımız ne yönde olursa olsun, buna benzer bir şeyler yaşanmıştır. Muhtemelen yaşanmaya da devam edecektir. Son iki Cumartesi günü Paris’te yaşanan sert çatışmalar bize pek bir şey anlatmamaktadır. Şehir merkezindeki sokaklarda yanan arabalar, barikatlar tek tük parlayan alevler yahut ülkenin geneline yayılan yol kapatma eylemleri de pek bir şey anlatmaz. Aksine petrol fiyatlarındaki artışın yol açtığı bu genel halk hareketini nüfusun üçte ikisinin destekliyor olması açıklayıcılığa sahiptir. Ve bu onay düzensizliğe yöneltilen kınamaların hepsinden daha kapsamlı bir erişime sahiptir. Bu açıdan itfaiyecilerin ve polis memurlarının davranışlarında emre itaatsizlik ettiklerini gösteren emareler görmek ilginçtir.
Fransa’da neoliberal reformların yarattığı sefaletin karşısına şiddetle dikilmiş bir çokluk olduğuna kuşku yok. Emeğin prekaryaya indirgenmesine ve yetersiz kamu hizmetlerinin sivil yaşama getirdiği kısıtlamalara başkaldıran bir çokluktur bu. Refah devletinin sunduğu hizmetlerden alınan fahiş vergileri, belediyelerin bütçelerine getirilmiş devasa kesintileri ve şimdi Çalışma Kanunu’nun (hesaplanmaya başlanmış) etkilerini protesto etmektedir. Dahası artık emeklilik maaşlarına ve ulusal eğitim hacamalarına (üniversiteler ve liseler) yapılacak bir sonraki saldırının tedirginliği içindedir. Dolayısıyla Fransa’da bu sefalete şiddetle karşı şıkan bir şeyler var ve bunu “Macron, istifa” çığlıklarıyla bankacı Macron’un hakim sınıflar çıkarına aldığı kararlara saldırıyor. İsyanın hedefi Macron ve vergiler. Bu taleplerle büyüyen hareket dolayısıyla geleneksel bir toplumsal hareket değil. En azından 20.yüzyıldan alışık olduğumuz, hedeflerini devletin kurumlarına ileten, aracı toplumsal yapılarla bu hedeflerin kabul edilmesi için mücadele veren hareketlerden farklıdır. Bu kalabalıkların hareketidir yani aracılar istememekte, toplumda irine dönüşmüş acının ifadesidir.
Bu harekette son derece çarpıcı olan, onu geçen yılların sert mücadelelerinden, örneğin banliyö sakinlerinin 2005 yılındaki mücadelesinden farklı kılan bir şeyler vardır. O mücadele kurtuluş mücadelelerinin izini taşıyordu, burada ise çaresiz bir çehre var. 68’den bahsetmeye dahi gerek yoktur. 68’de öğrenci hareketi kendisini işçi mücadelesinin halihazırdaki temelleri üzerinde inşa etmişti. 68 aynı zamanda 10 milyon sanayi işçisinin greve gidişiydi. Savaş sonrasına hakim olmuş yeniden inşacı ve kalkınmacı dönemin zirvesinde büyük bir fırtınaydı. Bugünse durum kapanmış vaziyettedir. Büyük hareketleri yorumlayan naçizane biri olarak bana kitlesel işçi hareketlerinin sabote edici eylemlerinden ziyade hapishane isyanlarını hatırlatmaktadır. Her halükarda elimizdeki yapay, çelişkilerle dolu bir harekettir. Bir dolu şeyin yanı sıra bölgesel, kuşaksal ve sınıfsal hatlara bölünmüş haldedir. Onu birleştiren pazarlığı reddetmeleri, mevcut politik yapılarda şanslarını denemekten uzak durmalarıdır. Kuşkusuz bir isyandır ve şu an için gelişimini öngörmek imkansızdır.
Hareketin karşısında iktidardan inmeye niyetli olmayan bir hükümet var. Emin olabileceğimiz şey, Macron’un çok dar bir alanda manevra yaptığı. Yatıştırmaktan aciz bir ekonomik kriz karşısında, Avrupa’nın birleşme sürecini “iki-başlı” bir yöne sokan ortak anlaşma çerçevesinde Merkel’le hegemonik bir ittifak kurma mecburiyetinde kalmıştır. Bir yanda krizden kurtulma maliyetini bu ittifakın sırtına yüklemeyi ve Fransa’nın ekonomik “azınlıktan” kurtulmasını istemektedir. Bu durum hala diri olan ulusal ve sömürgeci mağruriyetiyle bağdaşmamaktadır. Fakat bu hipotez geçersiz olmuş, en azından ciddi şekilde baltalanmıştır. Peki, bu bir durgunluğa girdiğimiz anlamına mı geliyor? Macron ve etrafındakiler bu olasılığın farkındalar. En azından Merkel’in dönemini bitirdiğinin ve Fransa’da devletin yeniden inşasına temel olan hipotezin olanaksız hale geldiğinin ayırdındalar. Avrupa Birliği’nin kuralları giderek kuzey Avrupa bankacıları tarafından alınacak ve dengenin merkezi bu bölgelere kaymakta. Macron’un içinde bulunduğu açmazdan kurtulması için iki olasılık vardı. Belki hala geçerlidir. Bunlar değişime işaret eden çözümlerdir: Örneğin zenginliğe getirilen vergilerin yeniden gündeme gelmesi, böylece gelire kademeli vergilendirmenin yeniden yapılması ve en düşük maaşlardan bile kesintisi alınan CSG sosyal güvenlik katkısının feshedilmesi, böylece sözde yoksullara yardımcı olmak (örneğin aylık 500 euroluk emeklilik maaşından 50 euro kesilmektedir). Ve tabi ki bugün ve gelecekte petrol fiyatlarına yapılacak zamların iptali (aslında artışlar gelecek yılların ilk aylarında tüm temel hizmetlere gelecektir – elektrik, doğalgaz, telefon ve muhtemelen üniversite harçları). Bunlar Macron’un kendisini destekleyen iktidar bloğunu incitmeden uygulayabileceği tercihler değil. Ayrıca olağanüstü hale girmek veya meclisi dağıtmak gibi radikal çözümler de vardır. Nitekim şimdiden bu tarz söylentiler yayılmaya başlamıştır.
Ancak eylem önünde asıl engel başka yerde yatmaktadır. Macron tüm aracı yapıları ve yurttaşlarla kurabileceği tüm doğrudan ilişki yöntemlerini dağıtmıştır. Bunları yeniden tesis etmesi de imkansızdır. Oportünist, demagojik bir öneriyle harekete set çekmesi, en azından öfkesini yatıştırması (ki bu öfke azımsanacak bir şey değildir) mümkün olsa bile çok zaman alacaktır. Söylediğimiz gibi bunun olması için süper zenginlerin vergilendirilmesi, petrol vergisi yerine patronların patronlarına verilen o dört milyon euronun yeniden dağıtılması gereklidir. Ancak bizim işimiz Macron’a tavsiyede bulunmak değil. Belirttiğimiz gibi inanılır kaynaklar hukuki önlemlerde ısrarcıdırlar. Mücadelelere son verecek ve bunun yanında “vergilendirmeyi dayatacak” bir olağanüstü hal. Dolayısıyla sadece kaba kuvvetin bu mücadelelere son vereceği, sadece çokluğun lehine olan mali reformlara dönük bir açılımla yeniden açığa çıkmasının önlenebileceği kabul görmektedir. Fakat imkansız olan tam da bu çözümdür.
Macron hükümetinin (özellikle) toplumsal aracı mekanizmaları ortadan kaldırdığından bahsettik. Bunu zıt da olsa, sarı yeleklilerin davranışları yansıtır niteliktedir: Gerek Sağ gerek Solu çatışmaya arabulucuk edecek zeminler olarak görüp, temsiliyeti ve aracıları reddetmektedirler. Bunun kanıtı muhalefet partilerinin oyuna dahil olma çabalarında yaşadıkları güçlüklerdir. Dikkat çekildiği üzere Sağ hareket üzerinde ağır bir mevcudiyete sahip olduğunu iddia etmektedir. Bazı aşırılıkçı fraksiyonlar için bu doğruluk payı taşısa da Ulusal Cephe için hiç de gerçeği yansıtmamaktadır. Sol da harekete yanaşmaya çalışmıştır fakat bunu eskimiş araçsallaştırma yöntemleriyle yapmıştır. Bu tür hareketleri “kullanabileceğini”, sağcı hükümetler karşısında verilen savaşta yararlanabileceğini düşünen budalaca kafa da Fransa’da canlılığını korumaktadır. Bu Gapon Baba’yı harekete geçirme düşüdür! Ancak bu işçi hareketlerinin tarihinde asla yaşanmamıştır. Dahası yaşandığında işçi sınıfının militan örgütleri hareketlerin kendiliğinden yapısına yatırım yapıp onu örgüte dönüştürdüğü zaman olmuştur. Şimdi olan şey bu mudur? Metropoldeki şiddetin ortasında örgütlenen küçük Sol gruplar veya bu hareketlere tamamen yabancı kalmış CGT ne zaman özellikle maaşların artmasında ısrarcı oldu? Bu konuda son bir şey daha eklemek istiyorum: Bu durum 5 Yıldız tarzı bir hareketin doğumuna sebep olur mu? Mümkün, hatta baştan bu tür girişimlerin yapılmış olması da olasıdır. Bu başarılı olacakları anlamına gelmez elbette. Fakat gelecekte bu meseleyi tartışmamız gerekecek. İtalya’daki örnekten gördüğümüz kadarıyla, Sol ve Sağın az çok teknokrat yahut “hayırsever” görünüm altında “aşırılıkçı merkez” etrafında dağıldığı yerlerde çözüm çok güçleşmektedir.
Peki şimdi ne olacak? Bekleyip ne olacak göreceğiz. Sarı yeleklilerin dördüncü kez Cumartesi sokaklara çıkıp çıkmayacağına bakacağız. Fakat düşünmeye devam etmek zorunda olduğumuz kesin. Şu sahici soruyu sormama izin verin: İsyancı hareketlerle özdeşleşmiş bir kalabalığın sağa kayması nasıl önlenecek ve nasıl toplumsal ilişkileri düzenleyecek bir sınıfa, güce dönüştürülecek? İlk düşüncem şöyle: Bu bir örgüte dönüştürülmezse politik sistem tarafından etkisizleştirilecek ve güçsüz hale gelecektir. Aynı şey hem Sağa hem Sola girmesi halinde de geçerlidir. Bu çokluk ancak bağımsız olduğunda işlevini sürdürebilir. İkinci düşüncemse şu: Örgütten bahsederken, sanki parti devlet çokluğa bir örgüt verecekmiş gibi partiyi kast etmiyoruz. Özerk bir çokluk karşı iktidar olarak faaliyet yürütebilir. Yani toplumun refahı için yeni alanlar ve kaynaklar açmak için “sermayenin yönetimine” karşı uzun erimli ve ağırlığa sahip bir vizyon oluşturabilir. Amerikan demokrasisinin “partili anayasasının” getirdiği örgütsel yapı neoliberal politikalarla uyuşma konusunda büyük güçlük içindedir. Dahası çokluğun iktidara gelme olasılığı artık kalmamış olsa bile, isyancı bir hareketi sistematik şekilde hayatta tutma olasılığı hep varlığını korur. Bu “ikili iktidar” terimiyle tarif edilen bir durumdur: İktidara karşı iktidar. Fransa’da yaşananlar bize kesin olarak şunu söylemektedir: Artık bu ilişkiyi boğmak imkansızdır. “İkili iktidar” varlığını sürdürecek ve ya şimdiki gibi örtük bir şekilde ya da açık aleni formlarıyla yaşamaya devam edecektir. Dolayısıyla militanların görevi “karşı-iktidarı” besleyecek yeni hedefler etrafında yeni dayanışma ağları örmektir. Bu çokluğun sınıfa dönüşmesini sağlayacak tek yoldur.