“Geç kapitalizmin çöküşü yerine yeryüzünün ve doğanın bütünüyle parçalanışını hayal etmek bize daha kolay görünür, bu belki de hayal gücümüzün zayıflıkları yüzündendir.” — Fredric Jameson
Yazan: Jeet Heer
Çeviren: Bartu Şanlı
Kaynak: Vesaire
Ütopya ile distopya, toplumsal eleştirinin soyundan gelen ikiz kardeşlerdir. İdeal toplumu sistemli biçimde hayal etmenin ilk modern girişimi olarak hatırlansa da Thomas More’un Ütopya’sı (1516) ezici bir yoksulluk ve savaş yoluyla lime lime edilmiş Avrupa’nın kara bir portresini sunar, ekili arazilerin kuşatılması sürerse koyunların yakında insanları yiyeceğine dair sarsıcı bir kehanetle başlar. Bu ürkütücü olasılık, More’un eşitlikçi ve mülkiyetin paylaşıldığı komünal bir toplum olarak tasarladığı alternatif arayışını kaçınılmaz hale getirdi.
More’un ütopyacı umutları, tarihin yapımında hem iyimser hem de korkunç olasılıklara yol açan yeni bir insan edimi duygusuyla, distopik korkuları tarafından dengelendi. Ütopya’yı yazdığından bu yana geçen beş yüz yılda, sayısız pek çok kişi ya dünyevi cennetlerin ya da insanların yarattığı cehennemlerin senaryolarını resmederek her iki yolu da arşınladı.
More’un ulaştığı denge, hayal dünyamızın distopik kabuslarla dolup taştığı ve ütopyacı dürtünün belli belirsiz duyulduğu çağımızda artık kaybolmuştur. Edebiyat kuramcısı Fredric Jameson 1994 tarihli Zamanın Tohumları kitabında kederle şunu dile getirir: “Geç kapitalizmin çöküşü yerine doğanın ve dünyanın esaslıca parçalanışını hayal etmek bize daha kolay görünür, bu belki de hayal gücümüzün zayıflıkları yüzündendir.”
Jameson, gerçek sistemik değişimi tasavvur edemeyecek kadar sıkışmış ve çürümüş hayal gücü yetersizliğini postmodernizmin ayırt edici niteliklerinden biri olarak gördü. Distopik hayal gücü kültürümüzde her zamankinden daha baskın hale geldiğinden, geçen birkaç on yıl Jameson’ın kehanetini kanıtlamış oldu. İklim felaketinin korkutucu (ve makul) hikâyeleri, pandemiler, haber programları ve popüler kurmaca vasıtasıyla kendi yolunu çizen yükselen otoriter rejimler. Cormac McCarthy’nin Yol’u, Margaret Atwood’un MaddAddam üçlemesi, Suzanne Collins’in Açlık Oyunları ya da sayısız zombi filminde dünyanın sonunu hayal ederken pek sorun yaşamıyoruz: nükleer savaşlar, yükselen okyanuslar, çıldırmış biyoteknoloji, totaliter diktatörlük. Eksik olan, daha iyi bir dünyanın inşası için gerçek bir yol haritası.
Ütopik dürtü, politik spektrumda ihtilaflıdır. Margaret Thatcher muhafazakâr dünya görüşünü “Başka seçenek yok,” diyerek vahşice özetlemişti. Thatcher haklıysa, ütopyacı yorum acziyete ve hataya mahkûm edilmiştir. Bazı solcular da hemfikir olacaktır. Karl Marx, kendisinin yaptığının aksine, güncel tarihsel dinamikleri ve hakiki bir değişime neden olabilecek güç konjonktürünü dikkate almadan ideal toplumlar için tasarımlar sunan Charles Fourier ve Henri de Saint-Simon gibi hayalci düşünürlere atıfta bulunarak “ütopyacı sosyalizmi” hep pejoratif bir terim olarak kullandı.
Marx, bilimsel sosyalizmin ütopyacı sosyalizmden üstün olduğunda ısrarcıydı. Radikal uluslararası ilişkiler profesörü Immanuel Wallerstein, 1998 tarihli Ütopistik kitabında aynı ruhla uyarmıştı: “Ütopyalar hayallerin, dolayısıyla kaçınılmaz olarak hayal kırıklıklarının üreticileridir. Ayrıca ütopyalar korkunç yanlışların haklı gösterilmesi için kullanılabilirler, kullanılmışlardır. Gerçekten ihtiyaç duyduğumuz en son şey, daha fazla ütopyacı tasavvurlardır.”
Marx ve Wallerstein’a karşı, daha iyi bir toplum umudunun toplumsal heyecanı canlı tuttuğunda ısrar ederek ütopya fikrini Marksist terimlerle kurtarmaya çalışan radikal düşünürlerin saygın bir geleneği vardır. Jameson, bu geleneğin belki de yaşayan en büyük örneğidir. New Left Review dergisindeki 2004 tarihli makalesinde, “Sadece ütopya fikrinin hayatta kaldığı ancak kuvvetsiz göründüğü, sistemik ötekilik ve alternatif bir toplum kavrayışı olmaksızın bugün herhangi bir radikal siyasi programı hayal etmek fazlasıyla zordur,” der.
Ütopyacı hayal gücü, kendi başına daha iyi bir dünya inşa etmek için yeterli değildir ancak asli bir önkoşuldur. Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu (1891) denemesinde bunu en iyi biçimde açıklamıştır: “İçinde Ütopya ülkesi olmayan bir dünya haritası, göz atmaya bile değmez çünkü o, İnsanlığın yaklaşmakta olduğu ülkeyi göstermemektedir. Ve insanlık oraya ayak basınca, ufka doğru göz atar ve daha iyi bir ülke görünce oraya doğru yelken açar. İlerleme Ütopyaların gerçekleşme sürecidir.”
Tarih, Oscar Wilde’ın düşüncesini doğrular. Vaatlerin boşa çıktığı dönemlerde hayal kırıklığından doğan ütopyacı kurmaca türü, tarihsel değişimin benzersiz hassas barometresidir. İnsanlar mevcut düzenden memnuniyetsizlik duyduklarında ütopyalar yazmaya başlar, Jameson’ın devrimci fırtınanın patlak vermesinden önceki dinginlik hali olarak tanımladığı şey de budur.
Tarihçi Perry Anderson, Jameson’ın yazısına dayanarak, yine New Left Review’de şunu savunmuştu:
Bunun gerçekten de tekrarlanan bir örüntü olduğuna dair pek şüphe yoktur. More’un Ütopya’sı, Avrupa’yı sarsan ve More’un kendisini de bir yıldan az bir sürede tüketen Reform’un patlak vermesinden önce, 1516’da ortaya çıkmıştı.Dikkate değer yeni ütopyalar —Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi (1623), Francis Bacon’ın Yeni Atlantis’i (1627) ve Robert Burton’ın Melankolinin Anatomisi’ndeki (1621-1638) kendine özgü sapması— 17. yüzyıldaki Napoli Ayaklanması’nın ve İngiliz İç Savaşı’nın başlangıcından önceki dönemde görünür hale geldi. Diderot’nun 18. yüzyılın en büyük ütopyacı hayali olan Bougainville Seyahatine Ek (1772) eseri Fransız Devrimi’nden bir kuşak önce yazılmıştı. 19. yüzyılın son yıllarındaki dikkate değer ütopyacı kurmacalar —Bellamy’nin Geriye Bakış’ı (1888), Morris’in Hiçbir Yerden Haberler’deki yanıtı (1890), Hertzka’nın Freiland’ı (1890), ayrıca Uzak Doğu’dan Kang Youwei’nin Büyük Uyum’u (1888-1902)— 1905-1911 arasında Rusya ve Çin’deki çalkantılar, I. Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi’nden önce ortaya çıkmışlardı.
Bir başka örnek de 1960’lardaki ayaklanmaların habercisi olan çalışmaların sahibi Theodor W. Adorno, Ernst Bloch ve Herbert Marcuse gibi Frankfurt Okulu Marksistlerinin 1940’larda ve 1950’lerde ortaya çıkan ütopyacı fikirleridir. Perry Anderson, devrim dönemlerine ütopyacı yazının gelişip olgunlaşmasının eşlik ettiğini de ekler. Shulamith Firestone, Ursula K. Le Guin, Joanna Russ, Samuel R. Delany ve Marge Piercy’nin spekülatif feminist ve queer yazıları vesilesiyle ütopyacı geleneğin son büyük patlamasına tanık olan 1960’lar ve 1970’ler de bu kuralın istisnası olamadı. Hâlâ bu yazarların hayal ettiklerinin bir kısmını yaşıyoruz.
1960’ların ve 1970’lerin ütopyacı ateş fırtınasının ortadan kaybolmasından sonra bile modern ütopyaların en büyüklerinden biri olan, ekolojik açıdan sürdürülebilir bir Kaliforniya hayal eden Kim Stanley Robinson’ın bilimkurgu eseri Pasifik Kenarı’nda (1990) dikkate değer canlı unsurlar bulunuyordu. Robinson’ın Fredric Jameson danışmanlığında, Philip K. Dick edebiyatı üzerine doktora tezi yazması tesadüf değildi.
Ütopyacı hayal gücünden vazgeçersek ne kaybederiz? Siyaset bilimci Lyman Tower Sargent ütopyacı düşünceyi “toplumsal hayaller kurmak” diye tanımlar. Ütopyalar bize kolektif olarak hayal etmeyi, hayal gücümüzü keskinleştirmeyi, daha fazlasını talep etmeyi, dünyadaki adaletsizliklerin gerçekten var olmasının gerekliliğini sorgulamayı ya da onları nasıl çöpe atabileceğimizi öğretir.
Jameson’ın önemli argümanlarından birisi, ütopyaların uygulanması gereken basit tasarımlar sunmaktan ziyade toplumsal sorunların belirlenmesinde tanı araçları olarak işlev gördükleridir. Birbirini dışlayan ütopyacı teklifler, mevcut toplumun yetersizliğini teşhis etmekle aynı amaca hizmet edebilir. Jameson’ın tercih ettiği evrensel istihdam ütopyası, Marcuse’nin evrensel boş zaman planıyla çelişiyormuş gibi görünebilir. Ancak her iki teklif de yedek işsizler ordusunu sürdüren ve hayatta kalmayı istihdama bağlı kılan sistemin canavarlığına dikkat çekmeye yarar.
Jameson 2004 tarihli makalesinde, ütopyanın işlevinin “daha iyi bir gelecek hayal etmeye yardım etmesinden ziyade bizi bir şekilde tuzağa düşürmüş ve sınırlandırmış sistemin ideolojik kapalılığını ortaya çıkarmak amacıyla —tarihselcilik ya da gelecekçilikten yoksun ütopyacı olmayan bir şimdideki tutsaklığımızın— böyle bir geleceği hayal etmek konusundaki mutlak yetersizliğimizi göstermesinde yattığını,” iddia eder.
Şimdiki ânın en umut dolu işaretlerinden biri, 1970’lerden beri ilk kez ütopyacı hayal gücünün canlanmış olmasıdır. Robinson ve Jameson gibi bir zamanlar yalnız olan seslere, şimdi evrensel temel gelir, Yeşil Mutabakat, açık sınırlar, Amerika’nın altyapısını modernize etmek için kurulan TVA [Time Variance Authority] ve başka ütopik şemaların yanı sıra polis teşkilatının ve hapishanelerin kaldırılması çağrısında bulunan bir gençlik korosu eşlik ediyor. Ne hepsi meyvesini verecek ne de buna ihtiyaçları var. Ütopyacı dürtü, statükoya ve ajitasyona ilişkin huzursuzluğu harekete geçirmek için vardır.
Nerede biteceğini kimse bilemez, çünkü toplumsal ilerlemelerin hepsi başından beri politik yaşamın çatışmalarının ortasında alternatiflere biçim veren insanlarla mümkün olmuştur. Ancak bu alternatifleri yaratacak enerji ütopyacı hayaller olmadan var olamaz.