Ucu bucağı görünmeyen Yala ormanlarında bir leopar yaşar. Ona neden Yala prensesi dendiğini birazdan anlatacağım.
Bir milyon metre karelik bir orman hayal edin. Beklenmedik şeyler ülkesinin bu kaçak köşesinde, yağmur daha az yağıyor, benekli geyikler küçük havzalarında geziyor, sahillerine Hint Okyanusu çarpıyordu.
Yala prensesi, kırk dört memeli, iki yüz on beş kuş türüyle birlikte Yala ormanlarında yaşar. Ona prenses deniyor. Çünkü Afrika’daki kuzenleri gibi aslanlarla, kaplanlarla yaşamak yerine, Yala’nın en güçlüsü, en muktediri, güzeller güzeli, parlak tüyleriyle alımlı, havalı mı havalı o Yala’nın prensesi.
***
Tek rakibi Ham;
Komşu bölgeyi Ham yönetiyor. Aslanların, kaplanların yaşamadığı ormanda semizlenmiş, bakımlı, uzun otlakların, akan suyun sahibi, adeta yedi göbek soylu, ormanda zengin denilen şeyle anılan, yırtıcılığın, atikliğin, taşı oyan keskin dişlerin, vahşiliğin, bilakis keskin bir bıçak gibi yırtan tırnaklarıyla yaman bir leopar Ham.
***
Ham ve Yala prensesi, düne kadar annelerinin yemeğinden pay alıyordu. Yeni kardeşleri doğunca, tek başına kalmayı deneyimlemeli, korkularından özgürleşmeli, artık pay aldıkları günler çoktan geride kalmıştı.
***
Mis kokan çay tarlaları arasında Yala prensesinin belirli yönetim inançları vardı. Ona göre; Hayvanlar zamanın akışı içinde üretilen başka içerikler gibi tarihseldir ve yeşerdikleri topraktan koparılamaz. Bu şimşekli inanç gereği, hayvanlar solabilir ama asla yeni, ideal bir varoluşla canlanamazlar derdi. Eğer ideal bir varoluşla canlanmaya kalkarlarsa, olması gereken hayatı öldüreceklerine inanıyordu.
Ham ise her zamanki gibi gece olunca, etrafı en iyi gözlediği, yüksek kayadaki yerini almıştı. Onun yönetim inancında; Hayvanlara ruhsal âlemi duyularıyla, doğanın yapısındaki değişiklikler dışında kalan genel özelliklerini, genel ya da yaslara bağlı, deneme yanılmayla anlatma çabasına inanıyordu.
Yala prensesine göre; hayvanın canlı olması gerekir ve ne gariptir ki, ateşi su yakar.
Ham’a göreyse; hayvan doğa ötesidir ve teni de cenneti de vahşidir bütün canlıların.
***
Ormanda hayat nadide bir orkestra önünde hataları örten, yol gösterici bir koro kadar güzeldi. Su, kalbinin kapılarını güneş sebebine her zamanki gibi karşılıksız açmış, rengârenk çiçekler ot bitmez denilen gri topraklarda serpilmiş, sürüngenler serinmiş, hayvanlar kavranması zor olan hayatı Hint Okyanusu’nun dalgalanmaları gibi kendi yaşamlarına uydurabiliyordu.
Hatta leoparlar bütün o okyanus dalgalarını içererek, diğer hayvanlara özümsetebiliyor, ağaçlar kendi kökleriyle zenginleştirerek, yaşamı, yaşamın coşkun ve ilhamla tarafı varsa, bütün cansız varlıkların görkemli duyularını bile kullanabilmişlerdi.
***
Bir gün benekli geyiklerin en umutlu bakışlısı, sulak havzadan su içtikten sonra yere yığıldı. Yırtıcılar ve toprak hasta geyiği bölüşerek parçaladı ve yedi.
O gün sonrası şiddetini artıran hastalık sonrası, Ham ve Yala prensesinin bitmek bilmeyen savaşı, dinmek bilmeyen rekabeti konuşulmuyordu bile.
Can havlinin mecburiyetinden sincaplar renkli kuşlara özenmeyi bırakmış, tilkiler leopar gibi görünmeye çalışmıyor, karıncalar akrepleri korkutmuyor, orman, anlaşmazlık, acı ve yıkım içindeki hayvanların, olağanüstü derece içgüdüsel hikâyesi gibi, misal bir yaprak kadar hafif, bir rüzgâr kadar hızlı bir dramın içine düşmüştü.
***
Önceleri anlamamışlardı. Her sorumluluğu Ham ve Yala Prensesinden beklemeye o kadar alışmışlardı ki, sonunda bütün hayvanlar düştüğünü kabul etti.
Hayat vardı fakat olsa olsa ondan sürgün edilmişlerdi. Eskiden farklıydı fakat şimdi sürülen şeyin yalnızca varlıklarının değil, gücünün de tanınması gerekiyordu. Hayvanlar bunu yaparken hayatı uzak tutmuş, hatta hayatla kirlenmeme çabasında olduğunu iddia edenler, bunu gergin sözler kullanarak yapmış, çıkardıkları seslerde bu tanıma mevcuttu. Leoparlar ise bu şiddete hükmeder ve onu bazan daraltır bazan da karıştırır; kâh açık kılar kâh fazla karmaşık kıldıklarını zannetmiş. Bütün hayvanlar kendi yuvalarından dışarı bile çıkamıyordu.
***
Öncesinde bilindik hayatlarındaki tek tutsaklıkları gece ve gündüz nöbet tutmak, birbirlerine yapamayacağı şeyleri söyleyerek sınır koymalarıydı. Fakat hastalık onları öldürmenin, birbirinin hayatına karışmanın, başkasının özel alanına girmenin hadsizlik olacağını anlayana kadar cezalandırmıştı.
İlk tutsaklıkta, leoparlar, orman sürüngenleri dâhil, o bütün özgür ormandan, yüksek ağaçlarla örülü, dışarı çıkılamaz yerin kapısından içeri girince, hızlıca bir çıkış aramış ve koskoca banyan ağaçlarının duvar gibi gövdelerinin önünde, tutsaklığın çaresizliği ile yere çökmüştü.
Leoparlar onlara arada yemek getirse de, iştahları tutsaklıktan kapanmış, benekli geyikler tutsaklıkta bile iştahlıca yemek yiyen sansarları görünce hem şaşırmış hem de onlardan iğrenmişti.
***
Önce zaman sanki bir ileri iki geri gider gibiydi. Sonra zaman yok oldu. Zaman yok oluyor bir kabul edin demişti sincaplar. Zaman size göre akan bir şeydi. Vakitli işler. Vakitli sevgiler. Vakitsizleştikçe ürktüler.
Tutsaklıktan çıkmak sağ çıkmak, tutsaklıkta kalmak özgür olmamak gibi geldi hepsine.
“Ama dersen özgürlük biter”, dedi bir kuş. “Fakat deyin”, dedi ve sustu.
O gece bütün hayvanlar bunu düşündü. Sabah ilk güneşte o kuş herkesi uyandırdı. Tekrardan toplandılar. Hama “ben anladım seni, ben ay ışığında o kayanın üzerine çıktığımda gölgeme bakarım. Gölgemin karanlıkta kalan ve başkalarına göstermeye korktuğum yanım olduğunu anladım”, dedi. Kuş kafasını eğerek gülümsedi. Onu ilk kez dinliyorlardı.
Derken bok böceği kuştan cesaret alarak ortaya atıldı. “Öküzler o kadar çok otlakları yedi ki, o kadar bok oldu ki ormanda, yetişemedik toplamaya, zengindik hepimiz, ona sebep sustuk. Uyaracak olduk ilk başta, sürüler eğlenerek koşturmaktan, herkes leopar gibi olmaya çalışmaktan, leopara yaranmaktan ne bizi gördü ne de üzerimizden geçerken bize basıp öldürmemeye dikkat ettiler”, dedi. “Şimdi de tutsaklıktan kurtulup özgür olmak istiyoruz. Biz bok böcekleri tutsaklıktan kurtulduğumuz an, başka bir özgürlüğün tutsaklığına gireriz. Bazılarımız etçildir, etin tutsaklığında, bazılarımız bokçuldur, bokun tutsaklığında. Oysa özgürlük tutsaklık değil, özgürlük sorumluluk almaktır. Tutsaklık değil korkumuz. Korkumuz bütün alışkanlıklarımızdan uzak kalmak, korkumuz tutkularımızı takip edemeyeceğimiz korkusu, korkumuz arzularımızı gerçekleştiremeyeceğimiz korkusu, biz bokla yaşar bokla arınırız. Size göre bok bize göre teka:mül.”
***
Gece olmuş, herkes bok böceğinin dediklerini düşünerek daldı uykusuna. Gece yaşayan yeşil kurbağalar bile uyumuştu.
Sabah güneşin kavurucu sıcağı ile uyandılar bu sefer.
Günlerdir baykuş ortalarda yoktu. Gölgeleşince ortalık, yükseklerden uçarak geldi kondu banyan ağacının dalına. Önce biraz Ham ve Yala Prensesiyle konuştuktan sonra konuşmaya başladı;
“Biz hayvanlar bütün doğar ve bütün ölmeyi umut ederiz. Bizi biz yapanın aydınlık veya karanlık tüm yönlerimiz olduğunu, kendimizi gerçekleştirebilmemiz için gölgede yani bilinçdışında kalan yanlarımızı tespit ederek bilince getirilmesi gerekiyor. Samimi ve sahici bir yaşantının bilinçli seçimlerden meydana gelebileceğini ve bunu yapmanın yollarını bulmak gerekiyor.
Yaşadığımız her ana, her ne olursa olsun teşekkür edersek, paylaşırsak, sencil olursak, ihtiyacımızdan fazlasını istemezsek, bütün o zıtlıklarımızı eşitlersek aşka varabileceğiz.
Gerçek aşk kimseye zarar vermez. Gerçek aşk kimseyi hasta yapmaz. En tehlikeli aşk, başkalarının, sevdiklerinin aşkını gölgeleyen aşktır.
Dünyayı öpmek mümkün, ara sıra da olsa, bazen içimden dünyayı öpmek geliyor.
Öpersem iyileşecekmiş gibi…