Uzunca bir süredir çoklu semptomları olan bir kriz yaşamaktayız. Politikada ama özellikle de sol siyasette, kültürde, sanatta, ekonomide, kentlerde, mekanlarda ve daha pek çok yaşamsal alanda farklı farklı göstergeleri olan bütüncül bir kriz.
Bir varoluş krizi. Fakat Kıbrıslı Türk kimliğinin kırılganlığının bir semptomu olan varoluş/yok oluş krizinden bahsetmiyorum.
Toplum olarak, birey olarak, toplumsal dönüşüm öznesi iddiasında olan kesimler olarak yaşanan daha genel ve bütüncül bir krizden bahsediyorum.
Algılarımızı, düşün dünyamızı, alışkanlıklarımızı, tercihlerimizi veya yönlendirilen tercihlerimizi belirleyen, şekillendiren bir krizden; aslında ontolojik bir buhrandan bahsediyorum.
Bunu uzun uzun tartışmak ve çıkış yolları aramak şart. Yazının konusu bu değil fakat bir süredir bu mesele üzerine kafa yorulması gerektiğini düşünüyorum.
Bu krizin en büyük etkenlerinden birinin devlet olgusu olmadan düşünemeyen, kendisini var edemeyen ve mutlak suretle devletin varlığına yaslanarak kendisini bir güç olarak konumlandırabileceği algısında ısrarcı olan hayat ve dolayısıla politika dünyası ile uyum içinde olmamızdan kaynaklandığını düşünmekteyim.
Yani devletli düşüncede!
Bugün sokaktaki sıradan bir insan da, sağ bir siyasetçi de ve eşitlik, adalet gibi değerler üzerinden toplumsal devrim ve dönüşümü savunan sol kesimler de günün sonunda devletin varlığına yaslanmaktadır.
Bu, sadece bir düşünce veya politik tercih değil, aynı zamanda bir dünya algısı, bir zihin dünyası ve bir varoluş evrenidir.
Sürekli olarak kendi potansiyelini, aşkın bir varlığın otorite ve varlığına ikame etme, merkezleşmiş iktidar ilişkilerini, gündelik hayatın içerisinde de örgütleme, besleme ve yaygınlaştıma gayreti.
Özgürlüğü ve bağımsızlığı, eşitliği ve adaleti devlet olmadan düşünememek; tüm bunların varlığını devletin varlığı ile koşullamak.
Bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde barışı bile konuşurken, iki devletli mi tek devletli mi üzerinden tartışmaktayız; bağısızlığı, sanatı son yaşanan örnekte tiyatroyu, kentleri, mekanları ve toplumsal-bireysel ilişkileri dahi tartışırken, zemini devlet oluşturuyor.
Hatta aşkları ve ilişkileri bile yaşarken devletli düşünmekten kurtulamıyoruz…
Her ilişkide bir ‘devlet güvencesi’ arıyoruz… Bir otorite garantisi.
Devletli düşünmekten vazgeçemiyoruz. Bundan dolayı da ne bir birey olarak ne bir toplum olarak ne de bir özgürlükçü politika yaratımı olarak bir var oluş sergileyemiyoruz. Aynı kısır döngüler içerisinde, küçük iktidar bozgunları altında hayatı kaçırmaya ve potansiyellerimizi felç etmeye devam ediyoruz.
Son yaşanan Devlet Tiyatroları’ndaki sansür meselesinin ardınan ortaya çıkan tartışmada da bunun küçük bir örneğini görebiliriz. Yaşananlar Yaşar Ersoy’un şahsında gelişmesi, bunun genel ve sistemden kaynaklı bir sorun olduğu gerçeğini değiştirmez. Devletin, kendinden olmayanı yok saymasına yönelik çok net bir örnek aslında.
Öte yandan Devlet Tiyatroları’ndaki sansüre yönelik muhalefet geliştirirken geniş bir kesim ‘özerkliği’ bir talep olarak dillendirmekte. Bu talebi küçümsemiyorum veya yadırgamıyorum da. Fakat bir özgürleşme çabasının gelip vardığı yerin yine devleti merkez alarak, devlet olmaksızın düşünülememesine üzülüyorum.
Halbuki bugün özgürleşme ve varoluş mücadelesi, devlet olmadan, özellikle de kktc gibi ucube bir yapıya dayanmadan geliştirilecek alternatif ilişki ağları zemininde yükselecektir.
***
Devlet ile ilgili bence en net ifadeleri, sansür açığa çıktığında sağ cenahın ‘fikir adamlarından’ olan Özdemir Tokel ifade etti. Aynen aktarıyorum:
“Devlet Tiyatroları’nın “ RUM komşularımızı topyekün ve hiç ayırım yapmadan, karalayan, yaralayan, onları cani, katil, soykırımcı gösteren bir oyunu veya EŞCİNSELLERi aşağılayan, onları insan değil adeta yaratık olarak betimleyen, yok sayan, hiçe sayan bir oyunu veya ENGELLİLERi, aşağılayan, yok sayan, devletin sırtındaki kambur gibi gösteren bir oyunu veya IRKÇILIK üzerine kurgulanmış bir oyunu veya DİN temelli gericiliği özendiren, laikliği karalayan bir oyunu veya ATATÜRK’e karşı akla hayale gelmeyecek hakaretler içeren bir oyunu veya TÜRKİYE’yi işgalci, Türkiyelileri topyekün Gaco, fica, sömürücü, yobaz gerici ve adadan uzaklaştırılması gereken unsurlar olarak betimleyen bir oyunu veya devleti aşağılayan, onu ali menfaatlerini yerle bir eden ve bunu hiciv maskesi altında sunan bir oyunu sahnelemeyi reddetmesini sansür değil, devlet adına şans sayardım. Ama sadece devlet sahnesinde. Geriye kalan tüm sahnelerde veya mecralarda ne isterlerse söylesinler. O yüzden bir karara varabilmem için gerekçe ne bilmem gerek…. Yok öyle senin özgürlüğün başka benim özgürlüğüm başka.”
Tokel’in bu sözlerinde çok net maniplatif cümleler de var. Fakat bu ifadeler, devletin tekçi, farklılıkları benimsemeyen, ırkçı, homofobik, özgürlük düşmanı ve otoriter yapısı ve sağ cenahın devlete yaklaşımı özetlemektedir.
Kısaca “devlet bizimdir, bizden olmayanın da burada işi yok” denilmekte.
Sol veya devrimci iddiasında olan kesimler ise bu yapıyı ve iktidarı ele geçirip ‘özgürlükçü’ ve ‘eşitlikçi’ bir yapıya dönüştüreceklerini iddia etmekte. Yani bir otoriterliğe karşı başka bir otoriterlik ve iktidar biçimi!
Halbuki devlet denen yapı sadece bir merkezi mekanizma değil, ilişkilerin, düşüncelerin, tercihlerimizin, kanaatların içinde yer alan toplumsal ilişkilerle var oluyor. Tarihi bilinmeyen, Abdûlgaffar el Hayatî isminde birinin söylediği ifade edilen şu sözler, aslında ne ifade etmek istediğimi özetlemekte:
“Devlet devrimle yıkılabilecek bir kurum değil, insanlar arasındaki bir ilişki tarzıdır. Devlet, bu ilişki tarzıyla var olur, beslenir, güçlenir, sömürür ve öldürür. Devlet, otoriter ve hiyerarşik örgütlenmelerle iktidara talip olunarak değil; insanlar arasında devletin kendini yeniden üretemediği yeni ilişkiler; özgürlükçü, dayanışmacı ve yaratıcı yeni bir ‘hayat tarzı’ kurularak eritilebilir. Asıl olan ‘iktidarı almak’ değil, kişinin öncelikle ve kesinlikle kendisinin ‘devlet dışı’na çıkması, ‘devlet dışı’ bir içerikle tanzim edilmiş gündelik hayat ihlallerini tasarlaması ve yaşamasıdır. Hiç ama hiç unutmamak gerekir: “Yaşanacak bir hayatımız vardır!””
İşte tam da bu hayat tarzı önemli. Devletli varoluşoların veya devletli yokoşların, devletli barışların ve federasyonların, devletli sanatların ve tiyatroların karşısına devletsiz bir hayatı koyabiliyor muyuz?
Bugün Kıbrıslı Türkler’in yaşadığı yokoluş-varoluş travmasının belki de çıkış yolu böyle bir hayat kurarak açılabilir. Devletin yeniden üremediği bir yol.
Mesela Devletin Tiyatrosu’nda özgürlük ve özerklik arayacağımıza devletin dışında bir tiyatro kurmak lazım belki de. Ekonomisiyle, kadrosuyla, yazarlarıyla, mekanlarıyla.
Peki bu nasıl olur? Ancak bu alanda yeni bir yol açarak. Teorik ve pratik alışkanlıklarımızdan vazgeçerek. Hayatta, hayattan yana tavır alarak, devletten yana değil! Ve bunu daha pek çok alanda uygulayarak tabii.
Bugün yaşamamız gereken ilk yıkım, alışkanlıklarımızın ve devletli varoluşlarımızın yıkımıdır.