COVID19’un etkisiyle piyasanın sınırlandırılması ile birlikte “kapitalizmin darbe” aldığına yönelik bir algı oluşmaya başladı. Ancak arzulananın aksine ben durumun tam tersi olduğuna inanıyorum. Bunu özetle açıklayacak olursam bir iki noktayı vurgulamakta fayda görürüm.
Yaşanan süreçle birlikte devletlerin öncelikleri kapitalist üretim ilişkilerinin korunması çerçevesinde gelişmektedir. Yaşanan süreçte, kapitalizmin, insan hayatından, ekolojiden ve geri kalan COVID19 öncesi sorunlarımızın hepsinden çok daha derin bir öneme sahip olduğu gerçeğini deneyimliyoruz.
Kapitalist üretim fonksiyonunun öznesi olan emek, sermaye ve rant (toprak) denkleminde, emeğin sermayeye olan zorunluluğu kapsamında ele alınıyor olması bunun en önemli göstergesi.
Kıbrıs’ın kuzeyindeki sınırlı devlet müdahalesinin sermaye hareketlerini sınırlandırmamış, koşullara göre onların çalışabilirliğinden emin olacak nitelikte bir açılım olarak gerçekleştirmiştir. Dünyanın önemli ekonomilerinde de davranış bu biçimdedir. Çözümler, bankacılık ve reel sektöre odaklanarak yapılmaktadır.
Yaşanan krizin önlemlerinde al-ver ilişkisi liberal demokratik haklar olarak nitelendirebileceğimiz toplanma özgürlüğü, hareket özgürlüğü hatta ifade özgürlüğünden feragat edilme kapsamında ele alınmaktadır.
Yüzyıllar süren mücadelelerin bir kazanımı olan özgürlüklerden feragat etmenin değeri ile emeğe biçilen değerin toplamı, önceki koşullara kıyasla daha az olan kısa dönemli bir maddi katkıya dönüştürülmüştür. Bunun gerçekleştiriliyor olması bir nimet olarak sunulmuştur.
Bugün, özgürüklerimiz + işgücümüzü satarak yaptığımız kazancın toplamı ile hayatımızı sürdürürken yeni koşullar temel özgürlüklerin yok olduğu ve emek kazancının yarattığı değerin sadece kısmi karşılığının ödenmesi ile çözülmeye çalışılmaktadır.
Başka bir deyişle, yüzyıllara dayanan hakların değeri yok sayılmıştır.
Bir emekçinin çalıştığı yıllar içinde ürettiği artı değer de yok sayılmıştır.
Yaşanan olaydan sonra emekçinin üretme potansiyeli olan değerin kısmi karşılığı kendine reva görülmüştür. Buna karşı çıkmaya alan sağlayacak bir demokratik ortam dahi ortaya konulamamıştır.
Bu açıdan yaklaştığımızda, emekçilerin pazarlık gücü azalırken, sermayenin pazarlık gücünün çok daha fazla olacağı ve kriz sonrası dönemde çok daha değersiz bir unsur olarak sunulacağı bir durum yaratacaktır.
Bu bağlamda, kapitalizme içkin kriz olgusunun aslında emek değerini yoksullaştırması bir yana, karlılık olgusunun merkezinde sermayenin daha güçlü bir şekilde korunduğu bir durum ortaya çıkaracağını öngörebilriz.
Bu bağlamda emekten yana olan yapılanmaların yapabildikleri yine devletin yapması gereken en mağdur kesime destek vermekle sınırlı kalmıştır. Başka bir deyişle, kendi orijinal pozisyonlarını koruyamadıkları gibi devletin sorumluluklarını da üstlerine almışlardır. Burada sosyolojik bir dönüşüm yaşanır mı bilinmez ama bunun yapılmasının politik bir kazanım olarak elde tutulması ve sahiplenilmesi emek tarafındaki yapılanmalar için son derece önemi olacaktır.
Ancak genele baktığımızda bu süreçte emeğin nasıl özne olacağı ve toplu pazarlık yapabilecek olup olmaları şüphelidir.
Bu aşamada kriz sonrası çok daha otoriter bir kapitalist düzenin ortaya çıkacağı öngörüsü somut bir durum olmasına rağmen emekten yana tavır koyacakların, emeğin değerini nasıl yukarıya taşıyabileceklerine dair bir yol haritası bulunmamaktadır.