Aylardır COVID19 üzerine tartışıyoruz. İlk şokun ardından, sistemli bir bakış açısı geliştirilerek ilerlemenin mümkün olduğunu düşünenlerdendim. Ancak sistemli bir ilerleme için önce etkili bir çerçeveyi barındırmalıdır. Bu bağlamda niyetim böyle bir çerçeveye dair unsurları ortaya koyarken, olası çözüm önerileri sunmaktır. Acı bir gerçek ancak COVID19 krizi maalesef siyasi seçkinler için hala daha bir seçim meselesinden daha derin bir konu olarak görülmemektedir. Bu durumda yapılanları ve yapılamayanları eleştirmek yerine, nasıl bir çerçeve içinde hareket edilmesi gerektiğini hatırlatmanın yararlı olacağına inanıyorum.
Birinci nokta, COVID-19 olarak adlandıran virüs doğrudan insan hayatını tehdit etmektedir. Bu bağlamda birinci adım, COVID 19’dan dolayı yaşanacak olası risklerden insan hayatlarını korumaktır.
Yaşama hakkının temel bir insan hakkı olduğuna inanıyorsak, devletlerin temel yükümlülüğünün yaşama hakkını korumak olduğunu kabul etmeliyiz. Başka bir deyişle, Kıbrıs adasının kuzeyinde iktidar kim olursa olsun birinci sorumluluk, insanların hayatlarını korumak olmalıdır. Buradaki yapılanmanın en temel görevi parti rengi, ideoloji gibi düşünsel farklılıklar bir tarafa, mevcut idare altında dini, dili, ırkı fark etmeksizin herkesin yaşama hakkının korunmasıdır.
Ancak, iktidar çözümü altyapıya dair kısa dönemli yapısal bir çözüm bulmadan, Kıbrıs’ın kuzeyinde sıfır vakaya sahip bir alan yaratmak olarak belirlemiştir. Oysa, hayat kurtarmak sadece virüsten korunmuş bir alan yaratmak değildir. Önemli olan virüs taşıyan insanlar olsa dahi, insan hayatlarının tehlikede olmadığı bir yeni durum yaratmaktır. Gelinen noktada pandemi hastanesi eksikliği, AB tarafından hibe edilen sağlık altyapısını geliştirecek altyapının kurulmamış olması, ülkeye girişlerle ilgili izlenen prosedürlerde ortaya çıkan zafiyetler gibi örnekler, bu konuda gerçek bir başarının sağlanamadığını göstermektedir.
İkinci adım, korunacak olan hayatların aynı zamanda sosyal gerçeklikleri olduğunu idrak etmekten geçer. İnsan hayatlarını korurken, alınan önlemlerden etkilenenlere yönelik sosyal destek mekanizmaları yaratmak önemlidir. Bu sosyal destek mekanizmalarının ise, yoksul ve mağdur kesimlerin öncelikli olarak kabul edilmesi esas olmalıdır. Mağdur ve yoksul kesimler derken kastettiğim sadece Kıbrısın kuzeyindeki siyasi yapılanmaya vatandaşlık bağı ile bağlı olan insanlar ile sınırlı değildir. Burada izinle yada öğrenci olarak ikamet etmekte olan tüm mağdur kesimlerin korunması gerekmektedir. Üstelik bu koruma sadece sadaka niteliğindeki erzak yardımları olarak da anlaşılmamalıdır. Burada mağdur kesimler özellikle kadın, çocuk, genç, lgbti, göçmen, mülteci gibi grupları kapsamalıdır. Bu bağlamda bu insanların gıda dışında barınma, eğitim, sağlık, ekonomik ve sosyal ihtiyaçları da gözetecek bir hizmet öngörülmelidir. Birileri “bu devlet o kadar zengin değil” diyebilir. Öyleyse, daha üst gelir grubundan insanların kazanımları toplumun tabanında kalan gruplarla adil paylaşılmadığı kabul edilmeli; ona göre adımlar atmalıdır. Kamunun hantal yapısı yada çalışan sayısının yetersizliğinden söz ediliyorsa; geçici bir süre için şu an işi gücü olmayan belli başlı bakanlıklardan (mesela turizm bakanlığı) kadroların çalışma ve sosyal güvenlik bakanlığının kadrolarında yer bulması gibi pratik çözümlerin üretilmesi gerekmektedir.
Gelinen noktada, dar gelirlilere yönelik sistematik bir çözüm bulunmadığı gibi; özellikle mağdur kesimlere gerekli yardım sağlanamamaktadır. Mevcut yasal düzenlemelerden dolayı kktc vatandaşı olmayan emekçilerin işsizlik ödeneği gibi belli başlı temel yardım ve desteklere erişemez. Benzeri bir biçimde kktc vatandaşı olmayan bireyler gerekli düzenlemeler nedeniyle nakdi nitelikteki sosyal yardımlara da erişememektedir.
Kişisel ya da kurumsal inisiyatifler doğrultusunda bir süre erzak yardımı gerçekleştirilmiş olsa da; bu çözüm sürdürebilirlikten uzaktır. Bu süreçlerde işini kaybeden, yoksul ya da mağdur kesimlerden gelen insanların ihtiyaçlarının karşılanması için sivil toplum örgütleri ve kamu idaresi arasında da güçlü bir bağ kurulamamıştır. Servet vergisi ise kamuoyu gündeminde tartışılsa da uygulamaya geçmemiştir. Tüm bunları düşündüğümde, maalesef yoksul ve mağdur kesimlerin korunmasına yönelik de başarılı bir çözüm ürettiğimizi söyleyecek örneklere sahip değiliz.
Üçüncü nokta, sürdürebilir büyüme ve istihdam edilebilirliğin geliştirilmesi ile ilişkilidir. Yaşadığımız süreç, kapanma yaşandıktan sonra özel sektör emekçilerinin ve çeşitli kollarda faaliyet gösteren firmaların aslında gündelik hayatta önemli bir etkiye sahip olduğunu görülmüştür. Ekonomik daralma riskinden dolayı, maliyet unsurlarının azaltılması firmalar için temel bir davranıştır. Ancak, maliyet unsurlarının azaltılması adına işten çıkarmaların yaşanması doğal olarak işsizlik oranını arttırmakta, sürdürebilir büyümenin önünü tıkamaktadır.
Bu noktada kamu idaresinin seri adımlar atması gerekir. İşletmelerin karşılaştığı çeşitli maliyetler ortadan kaldıracak önlemlerin alınması son derece önemlidir. Bunlar işletmelere dönük doğrudan hibe desteğinden, iş yapabilirlik ortamının iyileştirilmesine yönelik temel açılımlara kadar geniş bir reform alanını kapsar. Kıbrıs’ın kuzeyi ölçeğinde, ithalata dayalı ekonominin, ürün ve hizmetlerin fiyatlarını arttıran belli başlı uygulamaların sonlanması, yasal süreçlerin hızlanması gibi adımları içerir. İstihdam edilen kişilerin korunmasına yönelik tedbirlerin yanında; istihdam edilebilirlik koşullarının iyileştirilmesi de son derece önemli bir önlemdir.
İstihdam edilebilirlik koşulları ile kastettiğim, birilerinin işe alınması değil aynı zamanda işsiz kalan, iş bulamayan, prekarya koşullarda çalışmak zorunda kalan kişilerin yeniden istihdam edilmesinin kolaylaştırılması için piyasada mevcut iş olanaklarına uygun becerilerin geliştirilmesine olanak sağlayacak tüm aktif emek piyasası uygulamaları ile ilgilidir. Aynı zamanda özellikle yaşanan şoktan etkilenecek mikro ve küçük işletmeler, yeni girişimciler, kadın istihdamına alan sağlayan veya kadın girişimciler tarafından yönetilen işletmeleri hedeflemesi önceliklendirilmelidir.
Muhtemelen bu basamak ile ilgili atılacak olan adımlar, tam da yaşadığımız bu süreçte atılması gerekmektedir. Ancak, Mart ayından bugüne kadar gelen süreci değerlendirdiğimizde, sosyal sigorta primlerine yönelik yapılmış birkaç açılım dışında, istihdam ve büyüme olanaklarını genişletecek adımlar atılmamıştır. Özellikle, mikro işletmeler ve esnafa yönelik ikna edici açılımların yeterli olmadığını, Kıbrıs Türk Esnaf ve Zanaatkarlar Odasının eylemleri ile gözlemleyebiliriz. Bunun yanında, ülkeden ayrılan işgücünün yerine yerli işgücünün ikame edilmesine yönelik iş gücü dönüşüm programları henüz ortaya konulmamıştır. Kamu yönetiminin özel sektördeki dinamizme karşılık veremiyor olması da eş derece sorunlu bir durum yaratmaktadır. İktidar, sürdürebilir büyümeye odaklanmak yerine, halihazırda balon oluşturmuş sektörlerde çıkış aramaktadır. Ancak, özel yatırımların çarpan etkisinin son derece düşük olduğu gerçeği düşünüldüğünde, maalesef izlenen uygulamaların sürdürebilirlik yaratamayacağını göstermektedir.
Dördüncü nokta ise uzun erimli yaklaşımlarla ilgilidir. Bu nokta güçlü reform hedefi ve kurumsal ve yatırım kapasitenin geliştirilmesi olarak ele alınabilir. Bu noktada esas olan, sadece gücü kurtarmaya yönelik reformlar yapmak yerine, kamu kurumlarının işlevselliğinin geliştirilerek, olası olumsuz koşullara daha direngen hale getirilmesini içine alır. Özellikle, yasama, yürütme ve yargı organlarının tümünün dahil olacağı, bir reform ajandası çerçevesinde yeni koşullara adapte olmanın önemli olduğunu anlamak gereklidir. Bu açıdan, kamunun kapasitesinin geliştirilmesi ve kapsamlı bir reform programına ihtiyaç vardır. Geleceğe yönelik benzer risklere karşı daha direngen hale gelmeye yönelik bir ajandanın yaratılması esastır. Bu ajandanın en önemli noktası orta ve uzun dönemli aksiyonları barındırmasından geçer.
Bugüne kadar bu tarz reform planları TC – kktc ekonomik protokolleri içine yedirilmiştir. Ancak bu protokolleri uygulanabilirliği değerlendirildiğinde, gerçekleştirilen reform hamlelerinin %10’u geçmediği görülür.
Dahası, bu tarz reformlar süreçlerinin oluşturucu belgesi, kamuoyu hassasiyeti yaratan özelleştirilmeleri içermekte, paketler ise dayatma paketler olarak görülmektedir. Bu yüzden de, çoğu zaman sahiplenme problemi yaşanmaktadır.
Bunun yanında, Kıbrıs’ın kuzeyinde ortalama iktidar ömrünün de 18 ay civarında bir süreye dayandığını düşündüğümüzde, katmerli bir statüko ortaya çıkmaktadır. Statükoyu dönüştürebilecek olan temel ivme ise Kıbrıs Sorununun çözümü de iç içe geçmiştir.
Çözüm ile siyasi reformun iç içe geçmiş olduğu kimi ana akım politik ve ekonomik analist tarafından yanılsama olarak ortaya koyulmuş olsa da; bana göre son derece somut bir gerçekliktir. Kıbrısın kuzeyinin ihtiyacı olan reform enerjisi ancak Kıbrıs sorununun çözümü ile harmanlandığında gündeme gelebilir.
Çünkü kamuoyu algısında, çözüm, reform kapasitesinin artması için itici gücü temsil etmektedir. Kıbrıs sorununun çözümü, hem toplumsal hem de uluslararası olarak meşru olan tek dönüştürücü projedir.
Bu noktada da, çözüm siyasetinin reform siyaseti ile birlikte ele alınması gerekmektedir. Buradaki en büyük soru işareti ise, çözüm siyasetinin alışagelmiş; “mütekabiliyet” çerçevesinde ele alınmış olma alışkanlığının değiştirilmesinden geçmektedir. Oysa ki, çözüm siyaseti gerçekleştirirken, uluslararası hukuka uygun tek taraflı açılımlarla desteklenmesi önemli bir irade beyanıdır. Sağcı fanatikler için bu bir taviz olarak görülmektedir. Ancak, uluslararası hukukun meşru kabul edeceği tüm açılımlar temelde Kıbrıslı türk toplumunun pozisyonunu güçlendirir, taviz sadece ucuz bir safsatadır. Kuşkucu solcular için ise reform yaklaşımına sahip açılımlar Türkiye Cumhuriyeti tarafından engelleneceği iddiasına sahiptir. Ancak, kuzey sathında reform perspektifi ve mütekabiliyet sınırlarına takılmayan açılımlara engel Kıbrıslı Türk sağı tarafından çıkarılmıştır. Taşınmaz Mal Komisyonunun kurulmasına yönelik tepkiler ve anayasa mahkemesine açılan dava bunun en büyük örneğidir. Ancak, bunun gibi duruşlar çoğaltılmamıştır. Bu yüzden de çözüm siyaseti ile harmanlanmış reform yanlısı bir duruş denenmeden dışlanması bu aşamada dışlanması akılcı değildir.
Tüm bu dört adımı birleştirip, seçimlerin ötesinde konuyu irdeleyip; COVID 19 şokuna yönelik yaşanan sürece dönüp baktığımda, iktidarın temel bir çerçeve eksikliği ile süreci yönettiğini söyleyebilirim. Bununla beraber, iktidarın uluslararası topluma rağmen hareket etme eğilimine sahip olması ve tüm siyasi aktörlerin meseleyi seçime bir araç olarak görerek ele almasından ciddi bir rahatsızlık duymaktayım.
Bu noktadan sonra halihazırda uzayan metni sonlandırırken son bir söz daha eklemenin faydalı olacağına inanıyorum. Dileyen, yaşanan COVID19 sürecinden küçük zaferler icat edip bunu başarı olarak anlatabilir. Ancak, net olarak anlaşılması gereken ve altını çizmem gereken nokta, tüm süreçlerden sonra sıradan insanların kesinlikle “mış gibi” yapan kahramanlara ihtiyacı olmadığıdır.