Geçen yılın sonlarında, çağın en ileri görüşlü eseri olduğuna inandığım kitabın yayınlanmasının 25. yılını kutlayan bir yazı üzerinde çalışmaya başladım.
Kitap İngiltere’de 1995 baharında yayınlanmıştı ama Şubat ve Mart 2020 gelip geçerken hepimizin dikkati oldukça dağılmış durumdaydı. Birkaç ay boyunca pandemi o kadar bunaltıcıydı ki, Haziran başında, her zamankinden daha yakıcı ve zehirli bir şekilde yeniden alevlenene kadar, normal siyaset bile ölü durumdaydı.
ABD’nin — ve de dünyanın — dört bir yanında üniversiteliler ve genç profesyoneller sokaklara dökülerek, göçmen dükkanlarının yağmalandığı ve işçi sınıfı mahallelerinin kendilerini şiddet içeren kolej eğitimli protestoculara ve müttefiklerine karşı savunmaya zorlandığı, tuhaf bir anti-devrime öncülük ettiler.
Burada, milyar dolarlık işletmelerin ve kamu kurumlarının ABD başkanlığı hariç neredeyse tamamı tarafından desteklenen ve liderlerinin yoksulluk veya işsizlik hakkında hiçbir şey söylemediği bir devrim vardı. Talepleri daha fazla çeşitlilik ve ırk eşitliği idi–bilişsel elitler arasında zaten kutsal olan fikirler–ve bu taleplerin hepsine tuhaf, neredeyse dini inanç beyanları eşlik ediyordu.
Bu, Elitlerin İsyanıydı.
Christopher Lasch, büyük eserinin yayınlandığını asla göremedi, ancak Şubat 1994’te kanserden ölümünden bu yana, Sağ ve Sol’un ortodoks olmayan kesimleri arasında kült bir takipçi kitlesine sahip oldu. The Revolt of the Elites and the Betrayal of Democracy (Elitlerin İsyanı ve Demokrasiye İhanet), açgözlü bir serbest piyasanın ve Altmışların radikal siyasetinin neden olduğu, aşırılığa ve bölünmeye yol açacak büyüyen bir kültürel ve sosyal bölünme konusunda uyarıda bulunuyordu.
Lasch’ın 1994’te gördüğü ama doruk noktasına ancak şimdi, 2020’de ulaşmış olan şey, toplumsal devrimin radikal zenginler tarafından nasıl ittirileceği ve geri kalanlar tarafından buna nasıl direnileceğiydi. “Bu sadece kitlelerin devrime olan ilgilerini yitirmeleri meselesi değil” diye yazıyordu: “[kitlelerin] siyasi içgüdüleri, kerameti kendinden menkul sözcülerinden ve sözde kurtarıcılardan bariz şekilde daha muhafazakar.” Bu devam ederse, o zaman toplumun üst katmanları, toplumlarına ve ülkelerine giderek daha fazla yabancılaşacak ve tarihin sermaye destekli ilk devrimci hareketinin becerdiği bir şey olarak, toplum-ülke karşıtı konuma savrulacaktı.
Lasch, 1932’de Ortabatı’daki orijinal popülizm hareketinin kalbi olan Nebraska, Omaha’da doğdu ve Iowa Üniversitesi’nde ve daha sonra Rochester, New York’ta devam ettiği öğreniminin odak noktası popülizm ve ilerici dönemdi.
Solcu, entelektüel bir aileden geliyordu ve yine öyle bir ailenin kızıyla evlendi; babası Robert, Pulitzer ödüllü bir gazeteciydi ve Harvard’dan sonra genç Lasch, Harvard tarihçisi ve önde gelen liberal entelektüel Henry Steele Commager’ın (Lasch’ın babası gibi ondan daha uzun süre yaşamış) kızı Nell ile evlendi.
Lasch 1960’larda tamamen Sol’daydı, aslında bakılırsa daha da solculaştı, ancak Alan Ryan’ın ölümünden kısa bir süre sonra yazdığı gibi, “Soldaki birçok kişinin Amerikan liberalizminin suçlu sırrı olduğunu düşündüğü şeyi vurguladı: sermaye örgütlerine olan meyli ve yeni sosyal bilimler ile liberallerin hayatlarını iyileştirmek istedikleri halk arasındaki ilişkiye dair tamamen manipülatif bir bakış.”
Lasch’ın en başarılı kitabı olan 1979 tarihli Narsisizm Kültürü, Amerikan toplumunun kendi kendine olan takıntısını sertçe eleştiriyordu ve kısmen Başkan Jimmy Carter’ın desteği sayesinde, oldukça etkili oldu. Gerçekten de Carter kitabı o kadar beğendi ki, kitap, onun “Amerikan marazı” hakkındaki seçim konuşmasına ilham kaynağı oldu; ona desteğini neşeli, iyimser Ronald Reagan’a karşı kaybetmesine mal olduğu söylenen bir ilham seçimi.
Narsisizm Kültürü, psikanalize olan yoğun güven bugün biraz eskimiş (ya da en azından modası geçmiş) görünse de, hala okunuyor ve geniş çapta alıntı yapılıyor. Yine de Roger Kimball, kitap hakkında şöyle yazmıştı: “Sayfalarında tanık olunan şey, neredeyse tamamen düzmece olduğu ortaya çıkan bir radikalizmin pençesindeki bir kültürü anlamlandırmak için mücadele eden zeki, kendini siyasete adamış bir Sol adamın gösterisiydi. ”
Reagan dönemi devam ederken, Lasch Amerikan düşüncesindeki her iki ana akım kampı giderek daha fazla eleştirdi ve her ikisi tarafından eleştirildi. Boşanmaya karşı çıkması, tıpkı işgücüne ekonomik entegrasyonun zorunlu olarak özgürleşme anlamına gelmediğini iddia etmesi gibi, feministleri yabancılaştırdı; ama fikirleri, o zamanlar William Buckley’in mirasının egemen olduğu ana akım muhafazakar hareketle de uyuşmuyordu.
Trajik bir şekilde, Lasch büyük eserini yazmaya başladığında lösemiden ölüyordu ve kitap ancak kızı Elizabeth’in yardımıyla tamamlandı. Başlık, Ortega y Gasset’in, liberal değerlerin demokrasiden ve işçilerin yükselişinden sağ çıkamayacağından endişe duymanın makul göründüğü iki savaş arası dönemde yazdığı The Revolt of the Masses (Kitlelerin İsyanı) kitabının başlığına bir atıftı. Ancak yüzyılın sonunda Lasch, demokrasiyi tehdit edenlerin zenginler olduğunu gözlemliyordu.
Elitlerin İsyanı, Amerika’nın “demokratik marazı” – bu kelimeyi seviyordu – üzerine, üç bölüm altında toplanmış 13 makaleden oluşuyordu: Amerika’da “toplumsal bölünmelerin yoğunlaşması”, kamusal söylemin gerilemesi ve son olarak ülkenin krizinin manevi çekirdeği üzerine “Ruhun Karanlık Gecesi” başlıklı bölüm.
Kitap boyunca, Lasch’ın ahlaki özü olan, yani Sol ve Sağ’daki egemen ideolojilere karşı düşmanlığına ilham veren ortalama insana olan desteği açıkça hissedilebiliyor. Yozlaştırıcı olduğu için ekonomik eşitsizliğe şiddetle karşı çıkıyordu; yüksek eşitsizliğe sahip toplumlar, Cumhuriyetçi erdemi ortadan kaldırarak, rüşvet, aşırılık, şiddet ve dış müdahaleyi beraberinde getirme eğiliminde diyordu. Lasch, Amerika’da ilk yüzde 10’un ülkenin servetinin yarısından fazlasına sahip olmasından yakınıyordu; bugün, 1950’lerde gazetelerin Teddy Boys için endişelenmesi kadar tuhaf görünen bir uyarı bu. Emekli maaşlarının ve tasarrufların düşüşü ve şimdi sıfır sözleşmeli saat dediğimiz şeyin yükselişi, orta sınıfın çöküşüne ve bununla birlikte ulusun düşüşüne yol açacaktı.
Lasch, 60’ların kültürel radikalizminin en büyük mirası olan ortak bir kültürün, değerlerin ve standartların aşınmasının, sosyal sınıflar arasında bir uçurum yarattığını da görüyordu. İnsanları bir arada tutacak ortak değerler olmasaydı, zengin ve güçlülerin toplumun geri kalanını ayaklar altına alıp kendi çıkarlarını öfkeli bir kendini beğenmişlik içinde gizlemelerine ne engel olabilirdi?
Ve böylece, biçimsel ilerici (woke) sermayenin yükselişiyle, CEO’ların bir yandan en düşük gelirlilerden binlerce kat daha fazla kazanırken, diğer yandan da terapötik ama giderek daha aşırılaşan politikalara destek vererek dikkatleri dağıttığı, ahlaksız bir iş modeli ortaya çıktı.
Yeni Sol’un modern kapitalist iş dünyası kültürüyle – tercih, terapi, kendini gerçekleştirme, narsisizm ve sadece fiziksel değil, aynı zamanda finansal ve ahlaki sınırların da reddini vurgulayan – simbiyotik bir ilişki içinde olduğunu herkesten daha açık bir şekilde gören Lasch oldu.
Lasch ayrıca meritokrasiyi bir sahtekarlık ya da en azından “demokrasinin bir parodisi” olarak görüyordu, çünkü ne sosyal (sınıf atlama) ne de coğrafi mobilite gerçek sosyal adalet için yeterli ikameler değildi. “Sosyal mobilite, elitlerin etkisini zayıflatmaz” diyordu: “olsa olsa liyakate dayandığı yanılsamasını destekleyerek etkilerini sağlamlaştırmaya yardımcı olur. Sosyal mobilite (sınıf atlama imkanı) elitlerin iktidarı sorumsuzca kullanma olasılığını güçlendirmekten başka bir şey yapmaz çünkü (bulundukları konumlara hakkederek geldikleri zannıyla), önderlik ettiklerini iddia ettikleri topluluklara karşı, seleflerinden çok daha az yükümlülük kabul ederler.”
Bir Marksist olmasa da, Lasch siyaseti sınıf prizmasından gördü ve hem Sol hem de Sağ elitlerin aynı ekonomik çıkarlara sahip olduğunu savundu. “Geri kalan hiçbir konuda anlaşamasalar bile,” diye savundu, “sınıf siyasetini bastırmada ortak bir çıkarları var.”
Gerçekten de, 21. yüzyılın son moda toplumsal davaları, yalnızca sınıfı görmezden gelmekle kalmıyor, aynı zamanda yoksullara karşı düşmanlığı daha da artırıyor. Kanıtlar, “beyaz ayrıcalığı” hakkında düşünmeninyoksulluk içinde mücadele eden insanlara duyulan sempatiyi azalttığını,bağnazlığın üniversite mezunu olmayanlarla ilişkilendirilmesinin züppeliği neredeyse modern öncesi bir dereceye kadar normalleştirdiğini gösteriyor. İnsanlar bir zamanlar daha az eğitimli insanlarla alay edebilirdi, ama bunu en azından özellerinde yaparlardı; şimdiyse komedi rutin olarak daha az eğitimli ve coğrafi olarak daha az bağlantılı olanı alaya alıyor.
“Altmışlardan beri Amerika’yı sarsan kültür savaşları, en iyi şekilde, bir sınıf savaşı biçimi olarak anlaşılır” diye yazmıştı: “aydınlanmış elitin (kendisini böyle düşünürdü) değerlerini çoğunluğa (düzeltilemez şekilde ırkçı, cinsiyetçi, taşralı ve yabancı düşmanı olarak algılanan bir çoğunluk) empoze etmek için pek fazla uğraşmadığı, rasyonel kamusal tartışma yoluyla çoğunluğu ikna etmeye ise çok daha az uğraştığı bir savaştı bu.”
Yine de o zamanlar muhafazakarlar piyasayı çözüm olarak görürken, Lasch genellikle piyasayı bir sorun olarak görüyordu, çünkü kapitalizm radikalizmle simbiyoz ilişki içindeydi. Özellikle de istihdam söz konusu olduğunda anlık tatmini ve geçici olanı teşvik eden piyasa, “kalpsiz bir dünyada bir sığınak” olarak adlandırdığı aileyi baltalıyordu. Radikallerin saldırdığı şeyler -“otoriter aile, baskıcı cinsel ahlak, edebi sansür, çalışma etiği ve burjuva düzeninin diğer temelleri ileri kapitalizmin kendisi tarafından çoktan zayıflatılmış veya yok edilmişti.”
Elitler ayrıca, yüksek öğrenimin yaygınlaşması nedeniyle, kendi kimlikleri ve kültürleri hakkında daha güçlü bir anlayış geliştirdiler, giderek daha fazla birbirleriyle/birbirlerine konuşur hale geldiler ve “halkı” desteklenecek bir dava olarak değil, sorun olarak görmeye başladılar ki bu sonuncusu, 1968 protestoları sırasında zaten iyi gözlemlenen bir şeydi.
Zengin aileler geleneksel olarak, genellikle birkaç nesil boyunca tek bir yere yerleşmiş olurlardı. Birçok ekonomik lider, sömürücü veya zalimdi, ancak geri kalanların birçoğunun da memleketlerinde taşıdığı bir sorumluluk ve gurur duygusu vardı; yakınlık ve gelecek nesiller fikri, elitlerin kendileri için çalışanlara karşı bir miktar sorumluluk hissettikleri bir zihniyeti teşvik etmiş ve bu, yüzyılın ortalarında gelir eşitsizliğinin en düşük seviyesine indirilmesine yardımcı olmuştu. Sermayenin ve insanların artan serbest dolaşımıyla birlikte kalan az bağlar ve onunla birlikte de sempati duygusu kayboldu.
Lasch şöyle yazıyordu: “Yeni elitler, kendi tahayyüllerindeki haliyle, ‘Orta Amerika’ya (çomarland) isyan ediyor; teknolojik olarak geri, politik olarak gerici, cinsel ahlakında baskıcı, zevklerinde vasat, kendini beğenmiş ve kibirli, donuk zekalı ve pasaklı bir ulus. Yeni beyin aristokrasisine (mürekkep yalamış orta ve üst-orta sınıf, meritokrasi) üye olmaya gözünü dikenler, kıyı şehirlerinde toplanma, orta Amerika’ya sırtlarını dönme ve hızlı gelişen para, çekicilik, moda ve popüler kültürde uluslararası piyasayı besleme eğilimindedir.”
Buna karşılık, çokkültürlülük “onlara mükemmelen uyuyor, egzotik mutfakların, egzotik giyim tarzlarının, egzotik müziğin, egzotik kabile geleneklerinin, hiçbir soru sorulmadan ve hiçbir taahhüt gerektirmeden, ayrım gözetmeksizin tadılabileceği bir küresel pazarın hoş imajını çağrıştırıyor.”
Coğrafya, eğitim ve duyarlılık ile belirlenen bilgi ekonomisi kazananlarına yönelik tüm bu eğilimler, “Yeteneklilerin, aristokrasinin erdemleri olmaksızın birçok kusurunu sürdürdüğü” bir duruma yol açacaktı.
Daha da kötüsü Lasch, dindar bir Hıristiyan olmasa da, dinin önemini anlamıştı ve onsuz bir siyasetin “dinle çok sık birbirine karıştırılabilen bir kendini beğenmişlik duygusuna” ilham ve gaz vereceğini anlamıştı. Bu ilham, inancın, bağnazlığın ve hoşgörüsüzlüğün tüm olumsuz özelliklerini getirirken, bağlılığın, diğerkamlığın ve ıstırabın yanından bile geçmeyecekti.
Lasch’ın gözlemlediği eğilimler, Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesi, Amerika’nın imalat tabanının daha da aşınması, vasıflı işçi sınıfının çöküşü ve küreselleşmeden yararlanan ve onunla özdeşleşmeye başlayan elitlerin artan radikalleşmesinin ardından, 2001’den sonra daha da hızlanacaktı. Öyle ki bu süreç, Lasch’ın ülkesini yönetecek belki de en grotesk narsistin Başkan seçilmesiyle sonuçlanacaktı. Trump göreve başlamak üzereyken Ross Douthat, Elitlerin İsyanı‘nı dönemi öngören iki kitaptan biri olarak tanımladı ve onu “profesyonel üst sınıfın hükmettiği toplumdan el ayak çekmesine karşı bir polemik ve çokkültürcülüğün ve meritokrasinin yurtseverliği ve demokrasiyi aşındırmasına yönelik bir eleştiri” olarak nitelendirdi.
Lasch, Britanya’da da, sınırları pek de keskin olmayan bir şekilde “post-liberal,” “Mavi İşçi” veya “Kızıl Muhafazakar” olarak tanımlanan ve kendisinin kapitalizm, radikalizm ve ailenin çöküşüne ilişkin analizlerini takip eden bir kitle edinmeye başladı. Ancak Muhafazakar Parti, bu büyük sosyal eleştirmenin eserlerinde sözünü ettiği değerler ayrımındaki artış sonucu yabancılaşan seçmenleri kendine çekmeye başladıkça, etkisi kenar akımlardan taşıp ana akım İngiliz siyasetine de sızdı. Bu hafta sonu, Michael Gove, meritokrasinin başarısızlıklarını, şehir ile kasaba arasındaki büyük ayrımı ve bunun getireceği karşılıklı yabancılaşmayı öngören düşünürlerden biri olarak Lasch’tan bahsetti. Onun kehanet kitabından çeyrek yüzyıl sonra, hepimiz Lasch’ın dünyasında yaşıyoruz.