Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet geleneği, dışişlerinde kariyer siyasetçilere olanak verir. Mevlüt Çavuşoğlu’nun da diğer Türk dışişleri Bakanları gibi bir kariyer siyasetçisidir. Türkiye Dışişleri sayfasında, Ankara Üniversitesi’nde başlayan eğitimine New York’da devam ettiği, Jean Monnet bursu alarak London School of Economics’de eğitim gördüğü yazar. Siyasi kariyeri ise milletvekilliğinden dışişleri bakanlığına uzanırken, adı, Avrupa komisyonu Parlamenterler Meclisi’nde başkanlık yapan ilk Türk parlamenter olarak geçiyor.
Çavuşoğlu, kariyer siyasetçisi olduğundan oyunun kurallarını iyi bilir ancak aktif politikadaki zorlu noktalardan biri, kural dışı olunan pozisyonda; yeni bir meşru zeminin nasıl yaratılacağı ile ilgilidir. Yani; herhangi bir ülkenin dışişleri bakanı atacağı adımların uluslararası hukuka uygun olması gerektiğini bilir; ancak, bu iradeyi göstermesi için ulusal meşruluğunun devamına ihtiyaç duyar. Kendi içinde paradoksal bir duruma hapsolur. Bu açıdan da uyumsuzluk yaratan koşulları değiştirmek zorlayıcıdır.
“Oyun kurucu” olmakla “oyuncu” olmak arasındaki fark bu açıdan önemlidir. Kariyeri oluşturan siyasi dili bir ana anlatının içine yerleştirirken; bu durum kariyer politikacılarını genellikle bir “oyuncu” haline getirir. Dışişleri Bakanları “milli çıkarlar” derken; temelde bir hikayeden ibaret olan kurgunun esneklik sınırına vurgu yapar. Yeni bir hikâyeyi yazmak ise siyasi iradeyle birlikte, yeni bir iktidar ilişkisi gerektirir. Bunun için de “oyun kurucu” olmak gerekir. Ancak bu vasıfların kariyer politikacılarında olmadığı varsayılır. Bu yüzden de TC Dışişleri anlayışı ve onun sözcüsü olan bakan ancak kariyerlerini ateşe atma riskini denerlerse statüko dönüştürebilirler.
Oyun kurucu olan siyasetçiler, oyuncu olan siyasetçilere kuralları dayatır. Anlatılan gerçeklik ile yaşanan gerçeklik arasındaki çıkmaz; yeni koşulları ya da tavizlerin gündeme geldiği noktadır. Bu yüzden Çavuşoğlu konuşmasında sıkışık noktalarda esas oyun kurucuya yani “Erdoğan” referansına başvurur. Aslında kilitlenen noktanın nerede olduğu bu açıdan bariz bir hal alır.
Açmazlarda; “oyun teorisi” devreye girer. Oyun teorisinde doğru stratejiyi belirlemek önemlidir. Eğer kaçınılmaz son yaklaşıyorsa; büyük şeyler söyleyip, tavizin karşılığında alınması hesaplanan kazanımların maksimize edilmesi hedeflenir. Böylelikle, “al-ver” bir dengesi için bir kurgu yaratılmış olur.
Dikkat ederseniz; Türkiye’den bir dış işleri bakanı Kıbrıs’a geldiğinde mutlaka bir iki beylik lafı eder. El ense tutmak için pozisyon belirler. Bu sözleri ile karşı tarafın niyetini ölçmek ister. Statükodan yana bir Kıbrıslı Rum lideri varsa; hemen kutuplaştırıcı noktaları öne alır. Statüko korunur. (Hristofidis’in dünkü tepkisi buna bir örnektir)
Eğer, karşı taraf farklı bir anlayış içindeyse o zaman bu sözler boşlukta kaybolur. Retorik bir anda anlamsız bir gürültüye dönüşür.
Yaşadığımız süreçte gerçekleşen atışmaların kaynağını ağırlıkla ulusal meşruluk ile uluslararası meşruluk arasında bir denge arayışı olarak görürüm.
Bir taraftan “garanti istemeyene” ağır eleştiriler dile getirilir, diğer taraftan çözümün açmazı olan “siyasi eşitlikten” bahsedilir; sonra döner “Mağusa’ya konsolosluk” açılacağı da ifade edilir. Herkese bir malzeme var; dar alanda kısa paslaşmalar.
Çavuşoğlu’nun yaptığı açıklamalarının alt metnini okumak önemlidir. Siyasi eşitlik istenirken, Kıbrıslı Rum liderliği kaynaklı açmaza vurgu yapılır. Mağusa’ya konsolosluk açılacak derken; adadaki sürer durumun devamlılığından yana ulusal çizgiye gönderme yapılır, garantiler konusunda ise bizzat Türkiye’nin açılım yapması gerektiği açıktır ancak bu noktada tepki koyar.
Statükoyu dönüştürmek kariyer politikacılarının işi değildir. İş sıkıştıysa ve sorumluluk almak gerekiyorsa konu “milli çıkarlara” endekslenir. Bu konuya dair her adım “gaflet ve dalalet” olarak anlaşılır “hain” edebiyatına girilir. Bu “milli” politika için gereklidir.
Çünkü, Kıbrıs’la ilgili kaygı “jeostratejik” önceliklere göre şekillenmiş statükonun bozulması ile ilgilidir. Emperyal arzuları olan bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti için jeostratejik kaygıları insan hakları veya kurgulanacak herhangi bir adalet anlayışından çok daha önemlidir.
Esas mesele uzun dönemli jeostratejik önceliklerdir ve bununla ilgili pozisyonun bozulması halinde statüko zarar görecektir. Bu devlet aklına etki eden; askeri – sivil bürokrasinin yerleşik durumunu bozacak olan ve toplumsal katmanlara kadar zincirleme etki yaratacak bir durumdur. Bu açıdan bakıldığında statükonun bozulması son derece yüksek etkiye sahiptir.
Bu koşulun oluşması durumunda da sorumlu Türkiye değil Kıbrıslı Türkler olmalıdır. Bu bakış açısına göre Türkiye’nin önceliklerini kendi önceliği haline getirmeyenler “haindir”.
Türkiye’de devlet aklının yarattığı bir sonuca eleştirel yaklaşma kültürü gelişmemiştir. Eleştirel yaklaşmakla barışmayan devlet aklı, Ermeni konusu, Kürt meselesi gibi Kıbrıs konusunda da “hainlere” ihtiyaç duymaktadır. Maalesef, Türkiyeli aydınlar da bu konudan dolayı basit bir imza bildirgesinden dolayı cezalandırılmaktadırlar.
Ulusal çıkarlara odaklanan bir siyasi anlayış; uluslararası uyum ve işbirliğine dönük tercihleri değersiz görür. Bunu yapan kişinin kariyerindeki kara leke olarak yorumlanır.
Yüksek egoların kapıştığı kariyer siyasetinde bunu sindirmek kolay değildir. Ancak pragmatist çıkışlar böyle durumları kurtarabilir. Ancak pragmatizm, tavize karşılık kazanç anlayışıyla hareket eder. Ulusal çıkarları yüceltecek başka kazanımlar yapılmalıdır ki; dün “hain” olmak; bugün ulusal kazanımın “acı verici bedeli” olarak anlaşılsın.
Türkiye hariciyesinin başı; Kıbrıslıların, yurtlarından önce Türkiye’nin önceliklerini düşünmelerini talep eder. Acı verici bedel ödemek yerine bunun bir sorumlusunun yaratılması gereklidir. Dert “ulusal” ile “bireysel” kaygıların kesiştiği noktadır kimse taviz vermenin sorumluluğunu omuzlamak istemez ancak kimse kurgulanmış anlatının yanlışlığına; yani devlet aklını eleştirmeye girişmek istemez.
Bu yüzden de statükonun pekiştirileceği mitolojilere ihtiyaç duyulur. İki ülkenin birbiri ile iletişim kurarken aynı dili kullanmak gibi son derece önemli bir ortaklığa sahip olma gerçekliği; et ve tırnak haline, nefes borusuna, şükran duyulması gereken tanrısal yüceltme tümcelerine dönüşür. Kendi içinde garipleşir. Ne Kıbrıslı Türkler ne de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kendi içinde dahi et ve tırnak olma derdine sahip değilken; nasıl olur da bir anda herkes et ve tırnak mitolojisini sorgulamaz bunu anlamak oldukça zordur. Milliyetçi anlatının her şeyi meşrulaştıran tarafı bu konuda etkili çalışmaktadır.
İşin özeti AKP, Çavuşoğlu’nu sokaktan bulmamış, Çavuşoğlu geldiği pozisyona bir birikim ile beraber gelmiştir. Bu yüzden de Çavuşoğlu, konunun esasını anlayacak kapasiteye sahiptir.
Ancak oyun kurucu değil oyuncudur. Oyun kurucu olma arzusu olsa da, bunu yüklenecek gücü olmadığı aşikardır.
Garanti sisteminin “geri kalmış” bir yöntem olduğunu en iyi o bilir. Bu yüzden kendine taviz verdirecek noktaları gündeme getirenleri aşağılayıcı bir dil ile saldırmaktan çekinmez. Aynı hikayenin oyuncusu olmak durumunda olduğundan, “Show must go on” / “Oyun Devam Etmeli” anlayışı ile konuya yaklaşmaktadır.
Oysa ki, garanti sisteminin devamı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğu Akdeniz’de, diğer devletlerden daha geniş haklara sahip olması maksimalist bir talep olduğu açıktır. Eş zamanlı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğu Akdeniz’deki stabil ülkelerden biri olduğu da doğrudur. Hal böyle olunca bölgesel rolü önemlidir. Ancak, başka bir ülkenin egemenliğine nüfuz ederek egemenliğini sınırlandırma hakkına sahip olan bir devlet olma durumunda değildir. Bu argümanı güçlü tutmak için elinde çok fazla bir şey de yoktur.
Batı dünyasının liderlerinden biri olan Britanya, Türkiye’ye garantörlük hakkı vermiştir. Kolonyalizm sonlanmasına rağmen; 1974’den bugüne kadar geçen 45 senede kalıcı olarak bir genişleme politikası uygulayarak bölgesel dominasyonu tercih ederek, hakkının getirilerini suiistimal etmiş olmasından dolayı rahatsızdır.
Türkiye’nin “bölgesel liderlik” arzusunu hikayeleştirmesi için güven veren bir ortak olması gerekmektedir. Ancak, koşulların Türkiye’yi getirdiği nokta bölgesel liderlik özelliklerinin aşındığını işaret etmektedir. En azından Batı dünyası için bu böyledir.
Önündeki engel sadece Kıbrıs’ta 1974 yılında yaşananlar da değildir. Rusya ile girdiği flörtün NATO’da derin krizlere sebep olacağına inanç yüksektir. Libya’da oluşturduğu ilişki ağı son derece problemlidir. Suriye’de talep ettiği “güvenli bölge” anlayışı sorunlu; Kürtlerle kurduğu ilişki düşmancadır. Tüm bunların yanında AB ile mülteciler üzerinden pazarlık yaparak elini kuvvetlendirmek isteyen, birlik üyesi olacak makul bir devleti değil; emperyal tutkularından kurtulamayan; başka halkların topraklarında egemen olarak iktidarını kuvvetlendirmek isteyen bir anlayıştan bahsediyoruz.
Dış politikadaki bu tercihler Türkiye’nin bölgesel lider olabilmesinin önündeki engelleri temsil etmektedir. Etkin liderlik ile bölgesel ağalık arasındaki ince çizgide, Türkiye dış politikanın anlatısı Batılı anlatının uzağındadır. Rusya’nın ise Türkiye’ye güvenmediğini anlamak için dahi olmaya gerek yoktur.
Türkiye Dış politikası bu çerçevede bakıldığında yine kendine bir yer bulamamıştır. Ne batılı ne doğulu olan ancak bir köprü işlevi de göremeyen bir noktaya itilmiştir. Hal böyle olunca garantörlük üzerinden kopan fırtına, Kıbrıs’ın geleceği üzerinden Türkiye’yi sıkıştırmaya devam edecektir. Özellikle bölgedeki yeni güç dengeleri ortaya çıkar ve Türkiye batıdan koparken garantörlük sisteminin aynen devamına yönelik hak talebinde bulunmak gittikçe daha az taraf bulmaktadır.
Hal böyle olunca, Türkiye’nin garantörlük konusunu yeniden düşünmesi gerekmektedir. Geciktirip halının altına süpürdükçe meşruluğunu yitiren bir başka koza sahip olmak anlamsızlaşırken; eski hikayede bayatlamış kötü karakter olarak mı kalacak yeni bir hikayede, başka bir rol mü alacak bunun kararını önce Türkiye Cumhuriyeti vermelidir. Bu cevap Çavuşoğlu’nun tarihe “oyun kurucu” mu yoksa “oyunbozan” olarak geçeceğini de gösterecek.