Rus yazar Dostoyevski’nin, Fransız İhtilali’nin ardından, Çarlık Rusya’sında da devrimci düşüncenin güçlenmeye ve örgütlenmeye başladığı bir dönemde yayınladığı ve imparatorluğun otokratik yapısına yönelik eleştirilerine de yer verdiği ‘Suç ve Ceza’ adlı romanında, tefeci kadın Alyona İvanovna’yı neden öldürdüğünü, sevdiği kadın Sonya’ya şu sözlerle itiraf eder hukuk öğrencisi Raskolnikov:
‘(…) Biliyor musun, hep soruyordum kendime: niçin böylesine aptalım ben? Başkaları aptalsa, ben de bunu görüyorsam, onların aptal olduklarını biliyorsam, niçin kendim akıllı olmak istemiyorum? Sonra anladım ki Sonya, herkesin akıllı olmasını beklemeye kalkarsam, bu çok uzun sürecek… Sonra gene anladım ki asla gerçekleşmeyecek bir şeydir bu, insanlar değişmeyeceklerdir, kimse de değiştiremeyecektir onları, bunun için çaba harcamaya değmez. Evet, böyle işte! Bir doğa yasasıdır bu. Yasa, Sonya, doğa yasası! Öyle işte… Şimdi şunu biliyorum Sonya, akılca da ruhça da kim sağlamsa, güçlüyse, insanlara o hükmedecektir. Kim daha yürekliyse, o haklıdır… Kim daha çok şeyi umursamıyorsa, yasa koyucu o oluyor. Gözü en pek olan, herkesten haklı çıkıyor. Şimdiye dek böyle gelmiş, böyle gidecek. Ne var ki, körler göremezler bunu! (…) O zaman anladım ki Sonya, İktidar ancak, onu eğilip almak yürekliliğini gösterenin olur. Yalnızca bir şey gerekli burada, yalnızca bir şey; yüreklilik göstermek! O zaman bir düşünce doğdu kafamın içinde, ömrümde ilk kez oluyordu bu… Benden önce hiç kimsenin, hiçbir zaman aklına gelmemiş bir düşünce… Hiç kimsenin! Gün gibi apaydınlık anlamıştım birden, bütün bu saçmalıkların yanı başından gelir geçerken şimdiye dek hiç kimse onları kuyruklarından yakaladığı gibi cehennemin dibine fırlatmak yürekliliğini gösterememiştir, şimdi de göstermemektedir! İşte ben bu yürekliliği göstermek istedim. Yalnızca yürekli olmak istedim Sonya, neden bu işte!’
***
Bizleri Annan Planı referandumuna taşıyan süreç, Kıbrıslı Türk toplumunun bir anlamda ‘aydınlanma’ dönemidir.
Yıllar yılı süren ve ta 1955’lerden başlayıp 1990’lı yılların sonlarına kadar devam eden ‘baskın’ ve ‘baskıcı’ siyasi yapılanma ve anlayışın yavaş yavaş kırılıp, Denktaş ve ekolünün bizlere dayattığı Kıbrıs sorunu ‘sınırlarının’ yıkılıp, yeni bir ufkun varlığının ‘düşünülebilir’ ve ‘erişilebilir’ olduğunun idrak edilmeye başlandığı bir aydınlanma…
Bu ‘aydınlanma’ döneminin yaklaşık 20 yıl sonrasını yaşadığımız bugün ise, tarihin tekerrür etme olasılığıyla burun burunayız.
Barış yanlısı siyasi elit, yeniden kabuğuna çekilmeye başladı.
1990’ların sonu, 2000’lerin başında toplum aydınlanmasının öncü kuvveti olarak karşımıza çıkan siyasal yapılar, bugün artık toplumun ön saflarında durup bu mücadelede onu ileriye taşıma misyonunu devam ettirmeye çalışmak yerine, tam tersine, toplumun gerisine düşmüş durumda.
Sayıları bir elin parmakları kadar bile etmeyen bazı milletvekillerinin münferit çabalarını tenzih etmekle beraber, hakim durumdaki bu ‘silik’ ve ‘sinik’ siyasi profilin, mücadele saflarında toplumun gerisine düşmesi, aynı zamanda bu mücadeleyi aşağıya doğru çeken bir girdap etkisi de yaratıyor.
Barış mücadelesinin siyasi anlamda zemin kaybettiği bu ortam da kuşkusuz, yukarıda bahsettiğimiz o ‘baskın’ ve ‘baskıcı’ anlayışın yeniden filizlenmesine çok müsait bir zemin oluşturuyor.
***
Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun bugün bizlere karşı takındığı tavrı, ne tek başına Türkiye’nin ‘Kıbrıs sorunu’ politikası ne de temsil ettiği siyasi partinin, yani AKP’nin yönetim anlayışıyla açıklayabiliriz.
Türkiye’nin Kıbrıs politikası, dün neyse bugün de odur.
Türkiye hariciyesi Kıbrıs’a dün nasıl bakıyorsa, bugün de aynı bakıyor.
Evet belki Mevlüt Çavuşoğlu, bir Şükrü Sina Gürel, bir Murat Karayalçın, bir Erdal İnönü değildir.
Hatta aynı siyasi partinin içerisinden çıkan bir Abdullah Gül, bir Yaşar Yakış da değildir.
Çavuşoğlu, yeni ‘model’ AKP’nin yeni ‘model’ siyaset yapma anlayışının ‘son model’ örneklerindendir.
Dolayısıyla da tavrı, üslubu, vücut dili, muhakkak ki Gürel’den, Karayalçın’dan veya Gül’den çok farklıdır.
Ama Türkiye’nin Kıbrıs politikası, Kıbrıs algısı ve adaya bakışı, Karayalçın’ın zamanında, Gürel’in zamanında neyse, yine odur.
Bu politikanın somut anlamda farklılaştığı tek bir dönem vardır, o da Annan Planı dönemidir. Bana göre bunun da iki temel nedeni vardır.
Bunlardan biri, tam da o dönemde iktidara gelen ve siyasi ve dini altyapısı nedeniyle büyük soru işaretlerini de beraberinde getiren AKP’nin, kendini dünyaya ‘ispat etmesi’ , ‘rüştünü kanıtlaması’ bağlamında Kıbrıs sorununun büyük bir fırsat penceresi yaratması, ikincisi ve çok daha önemlisi de , Kıbrıslı Türkler’in çözüm ve barış yanlısı çok güçlü duruşudur.
Kim ne derse desin, Denktaş’ın dahi hareket kabiliyetini sınırlayan ve bir noktada, hâlâ Cumhurbaşkanı olmasına rağmen görüşmeci koltuğundan çekilmesine yol açan bu güçlü toplum iradesine rağmen, AKP’nin yapabileceği çok fazla bir şey yoktur.
Dolayısıyla bugün gelinen aşamada, Çavuşoğlu’nun bu ‘Ali kıran baş kesen’ halleri, elbette yukarıda da işaret ettiğim yeni sürüm AKP modeli ve üslup meselesinin yanı sıra, şüphesiz Kıbrıs’ta şu anda siyasi anlamda hüküm süren sinizmin de bir sonucudur.
Bu böyle devam ettiği sürece de, 20 yıl öncesinin ortamına dönüşümüz hız kazanarak sürecektir ve bu sular çok ama çok tehlikeli sulardır…
Geçmişte benzerlerini yaşadık, biliyoruz.
Ve…
Yazının girişinde, Dostoyevski’den aktardığım pasajda olduğu gibi, ‘bütün bu saçmalıklar yanı başımızdan gelip geçerken, onları kuyruklarından yakaladığımız gibi cehennemin dibine fırlatma yürekliliğini göstermenin’ zamanı, artık gelmiştir.